2011: Sinema Hala Ölmemiş

2011 biterken önemli önemsiz tüm sinema dergileri, siteleri, eleştirmenler yıl içerisinde izledikleri en iyi ve en kötü filmleri sıralıyorlar. Bu iş tabii ki Türkiye'de biraz daha farklı işliyor çünkü 2011'in daha bir çok önemli filmini ülkemizde vizyona girmedi. Bir kısmını festivallerden bir kısmını ise internetten bir şekilde izledik ama 2012'deki İstanbul Film Festivali'nin bitimine kadar bu yılın listesini çıkarmak oldukça anlamsız bir düşünce. Ama sonuç olarak dayanamadım ve ben de bu anlamsız düşünceyi harekete çevirdim, ortaya bir liste çıkardım. Filmlerin bazıları 2010, bazıları 2011 yapımı. 2010 yapımı filmleri bu listeye eklemek konusunda haklı bir gerekçem var. 2010 yılında çekilmiş olsalar bile çoğu Türkiye'de (ve hatta bazı filmler için dünyada bile diyebiliriz.) 2011 yılında vizyona girme şansı bulabildiler. Sonuç olarak ben oturup yıl içerisinde izlediğim on küsür adet beğendiğim filmi sıralayabiliyorsam, bu benim için sinemanın can çekişse de daha ölmediğinin kanıtıdır.


Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives / Loong Boonmee Raleuk Chat (2010)
Yönetmen: Apichatpong Weerasethakul
Apichatpong Weerasethakul, bu filmi ile Altın Palmiye almasaydı kendisinin büyülü sinemasını keşfetme fırsatım olur muydu, bilemiyorum. Tahminen olurdu ama bu önemli keşif en azından bu yıl içerisinde olmazdı ve kendisi benim sinemaya olan bakış açımı bu denli şiddetli bir biçimde değiştiremezdi. Uncle Boonmee'yi izledikten sonraki yaz, yönetmenin tüm filmografisini izledim. Sinemayı deneysel saha haline getiren ve filmlerini 'tasarlayan' Apichatpong, bu son filminde tüm takıntılarını bir hikaye üzerinden, masalsı, eşsiz bir deneyim halinde seyirciye sunuyor. Kişisel sinemanın ve hikaye anlatım tarzının doruk noktalarından olduğunu düşünüyorum.

Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Çok garip ama Nuri Bilge Ceylan, her filmi ile çıtasını yükseltiyor ve bunu da risk alarak başarıyor. Bu filmi ile Cannes'da Dardenne Kardeşler'in Le Gamin Au Vélo (Bisikletli Çocuk) filmi ile Grand Prix ödülünü paylaşsa da tüm milliyetçi duygularımdan arınmış bir şekilde Altın Palmiye'yi hakettiğini düşünüyorum. Çehov, sinemaya merak sarıp Türkiye'nin taşrasında film çekmek isteseydi, sanırım hemen hemen buna benzer bir şey yapardı.

My Joy / Schastye Moe (2010)
Yönetmen: Sergey Loznitsa
Sosyalizm sonrası Rusya'daki taşra yaşantısını ve insanlarını yalın, özgün ve oldukça sert bir gerçekçilik ile anlatan yönetmeni bu film ile keşfettim. Sergey Loznitsa, hikayesini zekice kuruyor ve film boyunca sanki bir yap-bozun parçalarını birleştirir gibi tüm eksik noktaları usta bir şekilde doldurarak bütünlüğe ulaşıyor. Bu güçlü işin Cannes'dan eli boş dönmesi şaşırtıcı.

Le Quattro Volte (2010)
Yönetmen: Michelangelo Frammartino
Evrenin mutlak döngüsünü/dengesini bugüne kadar izlediğim hiçbir film İtalyan yönetmen Frammartino kadar samimi, gerçekçi ama gerçekçi olduğu kadar da masalsı bir özgün tuhaflıkta, ulaşılması çok güç bir tonda anlatmamıştı. Filmi izledikten sonra 'keşke bu filmi ben çekseydim' diye bir kaç sarhoş gün geçirip, kıskançlıktan çatlamıştım.

Bi, Dung So! (2010)
Yönetmen: Dang Di Phan
Bi, Dung So!, insanın arzuları hakkında Vietnam yapımı çok ilginç bir film. İnsan hakkında bir çok derin çözümlemeyi içerisinde barındırıp, bu kadar yalın olabilen filme çok sık rastlanmaz. Her daim terleyen insanlar, bir vajina içerisinde eriyen buz kütlesi, ölüm döşeğinde bir büyükbaba..

A Torinói Ló (2011)
Yönetmen: Béla Tarr, Ágnes Hranitzky
Béla Tarr'ın sinemayı bırakmadan önce yaptığı bu son filmi, Tanrı'nın olmadığı bir dünyada, varolmanın dayanılmaz 'ağırlığı' hakkında anti-genesis bir 'pure cinema' deneyimi/denemesi. Tıpkı yönetmenin diğer filmleri gibi sinemada izlenmesi şart.

Jodaeiye Nader az Simin (2011)
Yönetmen: Asghar Farhadi
İran'daki politik durumların, sosyal yaşantıya ve insanlara olan etkisini, ayrılmaya karar veren bir çift üzerinden oldukça akıcı, doğru bir bakış açısı ile anlatan bir film. Gerek yönetmenin konumu, gerek ahlaksal/toplumsal sorgusu, gerekse titizlikle kurulmuş karakterler ve senaryosu ile her şey titizlik ile kurulmuş.

Martha Marcy May Marlene (2011)
Yönetmen: Sean Durkin
Yönetmenine 2011 yılında Sundance Film Festivali'nde drama dalında en iyi yönetmen ödülü kazandıran bu film, Sean Durkin'in ilk uzun metrajlı filmi. Yönetmen, ilk filmi olmasına rağmen mükemmel bir denge ve tamamen objektif bir bakış açısı ile önemli bir toplumsal ahlakın sorgusuna soyunuyor. İlk film için altından kalkılması oldukça güç gibi görünse de, Durkin sanki yıllardır film çekiyormuş gibi ustalıkla kotarıyor.

Marwencol (2010)
Yönetmen: Jeff Malmberg
Hikayesi ile ilgi uyandırdığı kadar, içeriği ile de oldukça güçlü bir iş. Gerçek yaşam ile insanın o yaşama dair olan perspektifi ve bu perspektifin sanata çevrilmesi hakkındaki bu belgesel, gerçekçiliğin ve sanat dediğimiz şeyin farklı bir bakış açısı ile önemli bir sorgulaması.

Shame (2011)
Yönetmen: Steve McQueen
Kapital sistemin insanda yol açtığı açgözlü saplantı/sapkınlık ve haz alma istediğinin yaşadığımız yüzyılda bir nevi sistemden, toplumdan kaçış noktası olması, Fassbinnder'ın başarılı oyunculuğu ve McQueen'in hikaye anlatımındaki /sekans yaratma başarısı ile bütünleşince, yaşadığımız dönemdeki insana etkili bir bakışa (mercek altına alma) dönüşüyor. Estetik başarısından öte içerik olarak da doyurucu.

Play (2011)
Yönetmen: Ruben Östlund
Ruben Östlund'un Haneke'yi andıran ama Haneke'de bulunmayan o kara mizahı da barındıran tarzı sanırım benim için yılın keşfi oldu. Play, daha ilk andan itibaren seyircinin konumunu belirliyor ve film boyunca bu konum ile 'oynuyor'. Toplumsal rahatsızlıkların aslında 'sahiplenmeme durumu'ndan kaynaklandığının altını çizen, bunu da çok dürüst, çok hümanist bir şekilde yapmayı başarmış bir film. Yönetmenin kamerayı kullanışı, doğal oyunculuklar, hikaye anlatımı konusunda tavrı beni büyüledi. Üstüne daha çok düşünmek ve hatta uzun uzun yazmak şart.

The Tree of Life (2011) / Pina (2011)
Yönetmen: Terrence Malick / Wim Wenders
Biri (The Tree of Life) aşkınsallığı titizlik ile bestelenmiş müzikler, tasarlanmış kamera hareketleri, seçilmiş görkemli manzaralar eşliğinde yaratıp, bu aşkınsallık ile doğru orantılı olarak varoluş sorularını/sorunlarını cesurca sorgularken, diğeri (Pina) aşkınsallığı sadelikte hatta gündelik yaşamımızda arıyor. Wenders'in samimi tavrı ile modern dans ve Pina Baush'un kendine has doğal aşkınsallığı birleşince elimizde varoluşa iki farklı anlamda yaklaşmış film oluyor.

The Tree of Life'ta yaşamını devam ettirebilme gücünü Tanrı'ya ellerini açıp dua ederek arayan anne, Pina'da yerini varolmak için dans ve sanata bırakıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder