Yazar: Hilmi Tezgör
“Tüm kadınlar sonunda annelerine benzerler: Bu onların dramıdır. Erkekler için böyle bir durum asla söz konusu olamaz: Bu da onların dramıdır.”
Oscar Wilde
Giriş
Sigmund
Freud ve psikanaliz yüz yılı aşkın bir süredir tartışılıyor. Cinsellik
gibi bir kavramı öğretisinin merkezine alan bir düşüncenin yıllardır
tartışılıyor olması son derece olağan. Freud ile ilgili tartışılmaz bir
gerçek varsa bu, onun 20. yüzyıl edebiyatı üzerindeki büyük etkisi olsa
gerek. Age of the Modern and other Literary Essays
kitabında bu noktanın altını çizen Harry T. Moore da, “Modern edebiyat
üzerindeki hiçbir etki Freud’unki kadar doğrudan olmamıştır” diyor. (23)
“Aslında
‘ruhiyat’la ilgili yenilikleri ben bile doğru dürüst bilemiyorum
babacığım. (Mesela, egoist olduğun halde, sen de ‘ego’nun farkında
değildin.) Bir yerde okumuş olsaydın da bana, ‘Oğlum sende Oedipus
kompleksi var mı?’ diye sorsaydın ne karşılık vereceğimi bilemezdim
sanıyorum” (Atay, Babama Mektup, 169). Bu alıntının yer aldığı “Babama
Mektup”a psikanalitik bakış açısıyla yaklaşıldığında, Freud’un erkek
çocukta gözlemlediği Oidipus Kompleksi’ni ne bütünüyle ve başarıyla
aşabilmiş, ne de tamamen başarısız olmuş; ‘arada’ kalmış bir oğul ile
(mektubun yazarı ile) karşı karşıya kalınır. Babanın ölümü sonrasında
ona yazılan mektup ise, hayatta neler yapıp yapamayacağının artık iyice
farkında olmuş bir bireyin iç hesaplaşmasıdır. Bu yazıda, bu düşünce
örneklenerek açıklanmaya çalışılacaktır.
Freud’un Düşüncesi ve Edebiyat
Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı’nda,
Freud’un deyişiyle ‘haz ilkesinin gerçeklik ilkesi tarafından
bastırılması’ sürecinin her insan tarafından yaşanmak zorunda olduğunu
söyler. Bu baskının uzaması, fazlalığı ve kaldırılamaması durumunda
hastalanırız, ki buna ‘nevroz’ denmiştir. Bir Freud yorumcusundan
aktardığına göre de, baskı mekanizması kaçınılmaz olduğundan, insan ırkı
için ‘nevrotik hayvan’ tanımlaması yapılabilir. (174). Klasik anlamda
psikanaliz, hekim olan analizciyle, analizi yapılacak olan hastanın
ilişkisidir. Analizci, hastasındaki çatışmaları ve bu çatışmaların neden
olduğu davranışları tespit ederek bunların değiştirilmesine olanak
sağlayacak ortamı hazırlamaya çalışır. “Baskı mekanizması, nevrozun
sebeplerini görünmez kıldığı için hastanın kendisi, söz konusu
değişikliği—belirtilerin farkında olsa ve hatta bunları çözümlemeye
çalışsa da—gerçekleştiremez. Engin Geçtan’ın Psikanaliz ve Sonrası
kitabında belirttiği gibi “Tedavinin amacı, baskı mekanizmasının
işletilmesine neden olan olumsuz duyguları azaltmaktır.” (57) Bu
sağlanabilirse, belirtilerin gerisinde yatan düşünceler baskıdan
kurtularak bilinçdışından bilinç düzeyine çıkar. Aktarım süreci,
hastanın bastırdığı yaşam parçacıklarını tekrar hatırlamasını sağlar.
Rahatsızlıklarını yorumlayan ve anlamlandıran hasta kendisi hakkında
yeni bir hikâye anlatmayı başarabilir. “Psikanalizin amacı bireyi
gündelik hayatın çatışmalarından kurtarmak değil, dürtülerini
bilinçlendirmek ve gerçekliğin beklentilerini kabul edebilmesini
sağlamaktır.” (57) “Babama Mektup”un yazarı da, babasının ölümünden
sonra ona yazarak, kendi kendinin psikanalizini yapmıştır bir anlamda.
Freud kendi düşüncelerini ortaya koyabilmek için edebiyata başvurmuş ve Sophokles’in Kral Oidipus’unda
resmedilen Yunan miti Oidipus’u kullanmıştır (Bilindiği gibi, oyunda
baş karakter bilmeden babasını öldürür ve annesiyle evlenir).
Psikanaliz, Oidipus Kompleksi’ni insan ruhunun gelişimindeki en kritik
aşama olarak kabul eder. Annesine sahip olmak isteyen erkek çocuk için
babası cinsel bir rakip konumundadır, ama çocuk zamanla bunun mümkün
olamayacağını anlar, zira anne cinsel açıdan babaya bağlıdır ve babanın
gücü çocuktan çok daha fazladır. Öte yandan çocuk, babası tarafından
iğdiş edilme (kastrasyon) korkusunu duyar (ki bu onu annesine duyduğu
arzudan uzaklaştırır), otoritenin ve arzuların sınırlandırılmasının
kaynağı olarak babayı görür ve durumu kabullenir. Haz ilkesinden
gerçeklik ilkesine bu noktada geçilmiş olur. Bilinçdışı ise, anneye
duyulan yasak arzunun bastırılmasıyla ilk kez devreye girmiş olur.
“Erkek çocuk, babasının gelecekte kendisinin sahip olabileceği bir yeri
simgelediği düşüncesiyle kendisini avutur. Şimdi aile reisi değildir ama
ilerde olacaktır” (Eagleton,
177). Artık çocuk, toplumun ‘erkek’ tanımı ve ilintili pratikleri içinde
hayatına devam edecektir (Bu durumun olumlu bir şey olup olmadığı da
başka ve sonu olmayan bir tartışmanın konusudur elbette).
Çocuğun
babayla barışıp, özdeşleşip, iktidarı ve otoriteyi paylaşma durumuna
geçerek simgesel erkeklik rolüyle tanışması, Oidipus kompleksinin
başarıyla atlatılması anlamına gelir. Başarısız durum ise, kısaca,
ruhsal dengesizlik, otoriteyle sorunlar ve hayat boyu süren şiddet
eğilimidir. “Babama Mektup”un yazarı erkek olduğu için, bu yazıda
Oidipus Kompleksi’nin kız çocuktaki yansıması üzerinde durulmayacaktır.
Freud
insan ruhunun (“psyche”) üç parçadan oluştuğunu söyler. Doğal dürtüler
ve sınır tanımayan arzuların karanlık alanı “id”; babanın ve toplumun
otoritesinin temsilcisi, arzuların sınırlayıcısı “süper ego” ve bu iki
bölge arasında adeta gidip gelen, ruh ile dış dünya arasında duran,
bilincin, düşüncenin temsilcisi “ego”. Bu üç parçalı model eleştirmenler
tarafından doğrudan edebiyata uyarlanmış ve bu parçaların kendi
aralarındaki ilişkilerle edebi metinler arasında analojiler kurulmaya
çalışılmıştır (Örnek olarak Freud’un öğrencisi Ernest Jones’un Hamlet and Oedipus adlı kitabı ya da Henry A. Murray’in Melville’in ünlü eseri Moby Dick üzerine yazdığı “In Nomina Diaboli” adlı makalesi verilebilir). Bizzat Freud da Sanat ve Sanatçılar Üzerine adlı
kitabında edebiyatçılardan Dostoyevski, Goethe ve Shakespeare’e benzer
şekilde yaklaşmıştır. Oidipus Kompleksi’yle bu üçlü model arasındaki
ilişki de net olarak görülebilir. Çocuksu akıl idin kaynağıdır. İd
kökenli anne arzusunu yasaklayarak krize yol açan baba otoritesi süper
egoyu oluşturur. İkisinin arasında dengeli, sabit bir egonun
oluşabilmesi kompleksin aşılması anlamına gelir. Sonuç olarak kabul
edilmeyen arzuların, kabul edilebilir faaliyetlere dönüştürülmesine
Freud ‘yüceltme’ demiştir. Öte yandan bastırılan ve bilinçdışının
karanlığına gönderilen arzular (bir şekilde dışa vurulmak zorunda
olduklarından) rüyalarda, davranışlarda, konuşmada ve dil sürçmelerinde
(‘parapraxes’) ortaya çıkar.
Freud’un 1895 tarihli Düşlerin Yorumu olarak Türkçe’ye
çevrilen kitabı psikanalitik eleştiri için anahtar bir metindir.
Freud’un rüyaları yorumlama tekniği, edebi metinlerin yorumlanması için
de uygulanabilir. “Güvenlik sübabı” olarak görev yapan rüyalarda ortaya
çıkan arzular sansürlenir. Rüyaların oluşması, yani bilinçdışının
yoğunlaştırılması, yer değiştirmesi, bu içeriğin rüya imgelerine
dönüştürülmesi ve sonra da işlenip hazırlanmasıyla bir sanat (edebiyat)
eserinin ortaya çıkışı arasında paralellik kurulabilir. Metaforlar,
semboller, alegorilerle anlam yer değiştirir. Karmaşık, soyut duygu ve
düşüncelerin temsili için edebiyatçı imgeler ve motifler arar. Eserini
son haline getirmek için onu gözden geçirir, eklemeler ve çıkarmalar
yapar. Bu iki paralel oluşumda dilin önemi çok büyüktür. Jacques
Lacan’ın bilinçdışının bil dil gibi yapılandığını söylerken, Freud
rüyalardaki yoğunlaştırma ve yer değiştirmenin doğrudan kelimelere
uygulandığının altını çizmiştir. Bu nedenle yoğunlaştırma sürecinde
farklı kelimeler birleşir, komik ve garip kelimeler ortaya çıkabilir;
benzer tınlayan kelimeler yer değiştirir, bir kelime birden fazla anlama
gelebilir.
Bastırma
ve yüceltme, psikanalitik eleştiri açısından oldukça önemlidir zira
sanatsal yaratıcılık, sanatçının, karşılığını bulamamış erotik
enerjilerini (yani libidonun) sanat eserine dönüştürebilme yeteneğinden
ortaya çıkar, ki Freud’un Sanat ve Sanatçılar Üzerine adlı kitabında Leonardo da Vinci üzerine yaptığı çalışma bu erotik enerjiler eksenindedir.
“Babama Mektup”a Psikanalitik Bir Yaklaşım
Oğuz
Atay’ın kişiliğinde uç noktalara ulaşan bir kutupluluğun dikkat
çektiğini söylüyor Yıldız Ecevit: “Bir yanda, dünya ile barışıklığın
göstergesi sayılabilecek, teknik dalda başarılı bir kariyer, diğer yanda
ise, son derece duyarlı bir ruh dünyasının sergilendiği, estetik değeri
tartışılmaz yapıtlar ortaya koyan sanatçı boyut” (Oğuz Atay’da Aydın Olgusu
4). Ankara Maarif Koleji’ni, ardından da İTÜ İnşaat Fakültesi’ni
bitiren ve daha sonra aynı dalda akademisyenlik yapan yazar / bilim
adamı Oğuz Atay’ın babası Cemil Atay hakkında kitaplarda yazıldığı
kadarıyla bilinen, ağır ceza reisliğinde bulunmuş ve bir süre de CHP
milletvekilliği yapmış, Kastamonulu bir hukukçu olduğudur. 1975’te
yayımlanan öykü kitabı Korkuyu Beklerken’de yer alan “Babama Mektup” için Günlük’üne
20 Ocak 1974 tarihinde şu notları düşmüş Oğuz Atay: “Hürriyet mefhumumu
ve bütün saf davranışlarını bildiğim halde aklımı senden aldım. Bazı
duygularımı da, sen kızacaksın ama, annemden tevarüs ettim” (88). Mektup’ta ise, sözünü ettiği duygulara ‘romantik’ nitelemesini de eklemiş.
“Babama
Mektup”un, Atay’ın babasının ölümünden iki yıl sonra ona hitaben
yazılmış olduğunu varsaymamak için hiçbir sebep yok; üstelik Mektup’taki
“baba”nın adı da Cemil. Yıldız Ecevit metinde “kurmacadan çok
otobiyografik yanın ağır bastığını ve yazarın son derece içtenlikli bir
tonda önce babasıyla sonra da kendisiyle hesaplaştığını” (Ben Buradayım...
24) söyler ve İstanbul kökenli öğretmen Muazzez Zeki ile evlenen Cemil
Atay’ın “Anadolulu kökeninden kaynaklanan halk hâmisi tavrı, kimi yerde
naif bir içtenlikle bütünleşir; ülkülerin maddeden daha önemli olduğu
bir devrin adamı” olduğunu belirtir (24). Bu yazıda Mektup’un yazarı
Oğuz Atay oğul, Cemil Atay da baba olarak anılacaktır.
Oğul, Tutunamayanlar
romanında anne ve babası hakkında şöyle der: “Beni kötü yetiştirdiler.
Annem de babam da bana gerekli eğitimi vermediler. Yaşamak için demek
istiyorum. Bana yaşamasını öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin
öğrenilerek yaşanılacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini
öğretmediler.” (557-61) Aynı yakınma “Mektup”ta da devam eder: “Beni
daha iyi yetiştirseydin, mesela ne bileyim yabancı ülkelere filan
gönderseydin, bugünkünden daha esaslı olmasam da, kendimi ifade ve eşya
ile münasebetimi tayin ve kainattaki yerimi tespit gibi hususlarda daha
becerikli olurdum. Üstüme uymayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin,
istemediğim okullara gönderirdin beni, sızlanmalarımı da hiç
dinlemezdin.” (Babama Mektup,167).
Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da Freud’a ve Carl Gustav Jung’a göndermeler yapar:
“Başparmağını
emmesinin de yalnız Freud açısından yorumlanmasını eksik buluyorum.
Selim bile, bu hareketinde beslenme içgüdüsünün önemli bir payı olduğunu
düşünerek, bu stanzanın ilk taslağında, şu mısralara yer vermiş:
Başparmağını emdi, evde koptu kıyamet / Ona göre oburluk, Freud’a göre
şehvet. Bu mısralarda da görüleceği gibi, Freud ile tam uzlaşamıyordu.
Daha çok Jung’a yakınlık duyuyordu. Beni rahatsız eden ve
adlandıramadığım duygularımın yalnız libidoya bağlanmasına gönlüm razı
olmuyor, derdi.” (139)
Oğlun,
babası Cemil Bey’in yaşadığı zamanlarda Freud’un düşüncelerinin bilinip
bilinmediğinden emin olmadığı, şu satırlarda belli oluyor: “Acaba senin
de bilinçaltın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin
zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle
huyları yoktu gibi geliyor bana. Senin fesli ve redingotlu resimlerini
gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle ‘varoluşçu bir bunalımı’ yan
yana düşünemiyorum doğrusu” (Babama Mektup,169).
Mektup’un
daha ilk paragrafında oğul bir itirafta bulunuyor. Babasının ölümü
üzerinden iki yıl geçmiş olmasına, yani otoritesi ve sınırlayıcılığı
çoktan kalkmış olmasına rağmen: “Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi
ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı
zamanlar, sen olmasaydın birçok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi
artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım” (159)
diyor. Kendiyle ilgili bazı şeyleri ve babasını anladığını ona
anlatamadığından dolayı pişman ve o olmadıktan sonra mektubunun bir işe
yaramayacağını biliyor: “Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya
dönseydin—kısa bir süre için—her şey başka türlü olurdu sanki.
Çaresizlik yüzünden birçok şeyin anlamı kayboluyor.” (159) Baba-oğulun
birbirlerini sevdikleri Mektup’ta dile getiriliyor ama bu sevginin,
birbirlerini anlamadan duyulan bir sevgi olduğu da biliniyor. Eğer
birini düşündüğümüzde gülümsememiz o kişiyi sevdiğimize bir kanıt ise,
aralarındaki sevgiden şüphe yok: “Oysa şimdi seni düşündüğüm zaman
babacığım, durmadan gülümsüyorum. Seni sen olarak yaşamak istiyorum”
(168). Erkek çocuğun, Freud’un dediği gibi, gelecekte babanın yerini
alma isteğine, metnin tam bu yerinde tanık olunuyor: “İstiyorum ki evde
annem gibi biri olsun ve ben de mutfağa giderek ‘Burada gene bir şeyler
kaynıyor Muazzez,’ diye içeri seslenebileyim ve bana ‘Kaynadığını
görüyorsan altını kıs Cemil Bey,’ denilsin ve ben de hiçbir şey yapmadan
mutfaktan çıkayım” (168).
Baba ile Oğlun Benzerlikleri
Baba-oğul
ilişkisinde derinleşmeden önce anne-baba ilişkisinin nasıl olduğuna
dair Mektup’ta rastlanılan ipuçlarına değinmek istiyorum. Oğul, anne ve
babasının anlaşmazlık içinde olduklarını söylüyor; anne öldükten sonra
ise baba bir süre için yalnız kalıyor ve sonra da ölüyor: “İnsanlar
arasında, onlar öldükten sonra bile anlaşmazlıkların sürüp gitmesini
istiyorlar. Benim üzüntümden yararlanarak seni mezarda annemden ayıran
yakınım, aslında öteki dünyaya filan hiç inanmaz. Oysa bana ‘Annen böyle
isterdi,’ dedi” (161). Ama öte yandan, babanın anlaşabildiği tek
kişinin anne olduğu da söyleniyor: “Hiç olmazsa şunu kabul etmelisin ki
babacığım, çoğu zaman sadece annemin okuduklarını anlardın. Senin
dilini, görünüşteki bütün karşıtlığınıza rağmen, galiba sadece annem
bilirdi” (166). Yıldız Ecevit, “Cemil Atay’ın Anadolulu kimliği, kimi
zaman şahlanan ataerkil bir uç nokta ile, evin direği rolünü karısına
devredebilen uygar bir başka uç nokta arasında gidip gelir” şeklinde bir
tespit yapar (Ben Buradayım...
25). Diğer yandan, annenin, kocası ile oğlunun ortak olumsuz
yanlarından hoşlanmadığı da belirtiliyor: “Benzer taraflarımız olduğu
bir gerçektir. Sen üstüne başına dikkat etmezdin; bense ne kendime
bakıyorum ne de arabama. Uzun yıllarını geçirdiğin büyük şehrin
sokaklarında ikimiz de kir içinde dolaşıp duruyoruz” (Babama
Mektup,161).
Pasaklılık
ve bakımsızlık, baba ile oğlun ortak özelliklerinden sadece biri. Öte
yandan, ikisi de okumuş yazmışlar ama oğul babaya nazaran daha ‘münevver
bir zat’ sayılıyor ya da kendini öyle sanıyor: “Aramızda ‘irfan’
bakımından—görünüşte—bir fark olduğu doğrudur” (161). İkisinin de
hayattaki yerlerini bulabildikleri söylenemez: “Büyük şehirde, ülkeyi
yönetenlerin toplandığı salonda neden bulunduğunu hiç düşünmedin. Ayrıca
insanın evrendeki yeri konusunda düşüncelere daldığını da hiç
sanmıyorum. Fakat—bu söylediğim gerçekten gerçek babacığım—ben bütün
bunları düşündüğüm halde yerimi bulamadım” (163).
Bir başka benzerlik ise oğlun, farkına varmadan babanın orta yola
fırsat vermeyen acımasız sınıflandırmalarını benimsemesi, kendi
deyişiyle, işin kötüsü, böyle olduğundan gizlice memnunluk duyar gibi
olması ve de bunu itiraf etmesi: “Dünyada yalnız güzellerle çirkinler
vardı, bir insan ya akıllıydı ya da aptal, senin gibi başını dik
tutmasını bilemeyen bütün insanlar dalkavuktu; sana benzemeyen kibar
davranışlı insanları da züppelikle suçlardın” (164). Ayrıca her ikisi de
mantıklı insanlar olarak görülüyorlar (ve çevrelerinde öyle
biliniyorlar).
Mektup’un
yarısından sonra baba ile oğul arasındaki benzerlikler giderek daha
fazla veriliyor. Bunların başında da her ikisinin egoist olmaları ve
yalnızlığın ne demek olduğunu bilmeleri geliyor: “Ben de yalnızlığımda
sana benzedim babacığım: kendime yemekler pişiriyorum; senin kirli
ropdöşambrına benzer benzeyen bir şeyler giyip, bir karış sakalla evin
içinde huzursuz dolaşıp duruyorum, yanık kalmış elektrikleri
söndürüyorum, durmadan para hesabı yapıyorum” (167). İkisi de kolay
beğenen tipler değiller (hatta çok zor beğeniyorlar); nedeni belirsizce
isyankârlar ve akıllarına geleni söylüyorlar:
“Gittikçe
sana benziyorum babacığım: kimseleri beğenmez oldum. (...) Senin başına
gelenleri düşündükçe hiçbir duygunun içimde kalmasına, hiçbir öfkenin
sadece içimde büyümesine razı olamıyorum artık. Senin gibi ben de artık
aklıma geleni hemen herkesin yüzüne haykırıyorum. (...) Yalnız
bırakıldığımı hissettiğim zaman kendi çapımda mesele çıkarıyorum,
herkesin burnundan getirdiğimi sanıyorum.” (168)
“Köylü
tabiatı” da babadan oğla “miras” kalan özelliklerden biri: “Medeniyeti
sevmiyorum. Bugünlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan
nefret ederdin sanıyorum. Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum;
yani, sonradan görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filan
sohbet etmek istemiyorum. Balığa çıkmak bize göre değil babacığım”
(169). Nurdan Gürbilek, “Azgelişmiş Babalar” isimli makalesinde, Atay’ın
bu ‘miras’ta “azgelişmiş babanın azgelişmiş oğlu olma denen gerçeği,
çatışmayı da uzlaşmayı da bu çok da sağlam olmayan idealle
gerçekleştiriyor olmanın kaçınılmazlığını açıkça hissettirdiğini”
söyler. (Kötü Çocuk Türk, 58)
Babanın
içtenliği ise, oğlun belki de en beğendiği ve kendisinin de buna sahip
olduğunu umduğu bir özellik. Bu, Mektup’un en sonunda dile getiriliyor:
“Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım; yani
ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?” (171).
Baba ile Oğlun Farklılıkları
Görüldüğü
gibi, oğlun babadan devraldığı özellikler ve ikisinin benzer yanları
genelde olumsuz veya negatif. Ama, dediğim gibi, babaya benzer birçok
özelliği olsa da, oğlun baba otoritesiyle çatıştığı, ona karşı durmaya
ve ona benzememeye çalıştığı birçok nokta da var. Yıldız Ecevit,
“Yirmili yaşların başındaki Oğuz’la Cemil Bey arasındaki çatışma, özde
farklı bir çağın farklı koşullarıyla biçimlenmeye başlayan oğlun, kendi
değerlerini baskıyla çevresindeki yaşamlara uygulatmaya çalışan baba ile
yaşadığı kuşaklar arası çatışmanın Atay ailesindeki izdüşümünden başka
bir şey değildir” der (Ben Buradayım...
74). Freud’un babası Jacob gibi, Atay için de baba figürü, kişiliğinin
gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Jacob Freud oğlunu hep
desteklemiş, Cemil Atay ise hep oğluyla çatışmıştır.
Her
şeyden önce bu baba-oğul ilişkisinin sıradan bir ilişki olmadığını
görülüyor. Dolayısıyla Oidipal kriz öncesi şartların da ne kadar normal
olduğu tartışmaya açık: “Ne ben, bütün meraklı çocuklar gibi durmadan
her şeyi sana sordum; ne de sen oturup bazı şeyleri bana açıklamak
gereği duydun. Bu yüzden, birçok olayın nedenini zamanında öğrenemediğim
için, dünyanın birçok yönünü hiç bilmedim” (Babama Mektup,166). Atay’ın
boşanmasının ardından gelen karanlık dönem de bu noktada Mektup’a
girer: “Karımdan ayrılıp sana sığındığım zaman da ‘Geceleri eve geç
geliyorsun’ gibi yıllarca önce söylenmiş olması gereken sözlerle beni
tedirgin ederdin” (166).
Kendisine
sıkça kızılan oğul, babanın ölümünden sonra onun rolünü üstlenmeye
çalışmış ve onun otoritesini devralmaya çaba göstermişse de pek başarılı
olduğu söylenemez: “Bana kızınca—bu çok sık olurdu—‘Senin aynadan
gördüğünü ben dıvardan görürüm’ derdin. Annemle birlikte dıvar sözünle
alay ederdik. Ben de şimdi küçüklerime karşı bu cümleni kullanıyorum,
gülüyorlar. [...] Herhalde ben tam belirtemiyorum ne demek istediğimi.
Gülümsemenin içindeki sevgiyi demek ki anlatamıyorum” (160). Oğul burada
“dıvar” kelimesini kullanırken, Freud’un açıkladığı gibi,
bilinçdışından kaynaklanan bir çokanlamlılık üretiyor.
“Filan”
da Mektup’ta çok kullanılıyor ve oğul, basit duygululuklarını gizlemek
için bu kelimeyi kullandığını söylüyor. Annesinin basit duygululuklara
sahip olduğunu Mektup’tan öğrendiğimize göre, oğlun, anneden uzaklaşarak
babayla özdeşleşmeye gayret ettiğini buradan da anlayabiliriz. Oğlun
çok sık kullandığı “babacığım” kelimesi de hem sevgi ve dostluğun, hem
de, biraz yukarıdan bakan otoriter bir tonun göstergesi olarak kabul
edilebilir. Oğul, bazı açılardan Oidipus Kompleksi’ni aşabilmiş
durumdadır.
Babanın
saflığının yanında oğul, ruhunun karmaşık olduğunu da itiraf ediyor:
“Sen benim gibi ‘zıt kuvvetlerin muhasalası’ olmadığın için belki de bu
yazdıklarımı biraz karışık buluyorsun. Aslında karışıklık içimdedir ve
bu mektubu yazma isteğim, karışık ruhumun kapıldığı samimiyet
buhranlarından biridir” (161). Üstelik buna paralel olarak, daha doğrusu
bu durumun bir uzantısı olarak tutarsız olduğunu da ekliyor: “Sen her
zaman tutarlıydın; olduğun gibi olmaktan gurur duyuyordun; olduğun gibi
davranıyordun. Bense küçük hırslar yüzünden bocalıyordum; senin
deyiminle ‘iki cami arasında beynamaz’ ya da senden önce senin gibi
rahmetli olan Numan Beyin deyimiyle ‘güreş, güreş, Hacı Muhammed altta’
bir durumdayım” (163). Bu durumda oğlun çelişkiler içersinde olması da
son derece doğal. “Özellikle bazı kitapları okuduktan sonra içimdeki bu
aşağılık çelişkilerin daha farkına vararak, senin hiç anlamayacağın bir
biçimde sabit gözlerle boşluğa bakıp duruyorum. Senin işin bir bakıma
kolaydı babacığım. Birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde
yaşadın. Sinemaya gitmedin. Hiç roman okumadın. Zeytinyağlı enginar
yemedin. Yabancı ülke özlemi çekmedin...” (164). Ama babasıyla temeldeki
benzerliğinin (ve bundan hoşnut olmadığının) da farkındadır: “Sabit
nazarlarla boşluğa baktığım zamanların çoğunda temeldeki benzerliğimizi
gizlemek için ümitsiz süslemelerle kendimi yoruyormuşum gibi geliyor
bana” (165). Babasının asaletini ‘tevarüs’ etmediğini de Mektup’ta
belirten oğul, bu yüzden her fırsatta kendini ileri sürdüğünü söylüyor.
Babanın, ileri sürdüğü çocukça, yani samimi fikirler yüzünden aile
içinde sorunlara yol açtığı da söyleniyor. Burada, bu çocuksu fikirlerle
(bir anlamda) otorite boşluğunun oluşması, yani aslında oğul ve anne
için normal dışı bir durumun ortaya çıkması yüzünden bu sorunların baş
gösterdiği çıkarımı yapılabilir. Oğul da bu duruma karşı tepkisel
davranır: “Birlikte yaşadığımız günlerde, bütün beğenilerim sana karşı
duyduğum tepkilerle oluştu. Sen klasik Türk müziğini ‘goygoyculuk’
olarak niteledin; Batı müziğine tepkini de sadece ‘kapat şunu’ biçiminde
gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime”
(164).
Oğul
ve babanın ayrıştığı noktalardan biri de oğlun iyi niyetle de olsa daha
aşırı, daha şiddet içeren davranışlar içinde olması ve babası da dahil
olmak üzere, kendisine haksız yapıldığını düşünmesi: “Bu yüzden sinirli,
sabırsız ve hırçın oldum. Biliyorsun, seninle de çok çatışırdım,
kapıları filan vurup giderdim. Bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı
içimde. [...] Artık bana bir zamanlar haksızlık ettiğini düşünemiyorsam
da, bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık
bütün dünyayı suçluyorum bu bakımdan” (167). Oğlun, son yılları
haricinde babasının inançsız olduğunu söylemesi, babanın ise bunu kabul
etmeyip aksini iddia etmesi, ikisinin çatıştığı bir başka konudur: “Son
yıllarında Cuma günleri ortadan kaybolup camiye gitmeye başlamıştın.
Acaba daha önce, mesela gençliğinde buna benzer bir ‘iman buhranı’
geçirmiş miydin? Neyse, son yıllarında böyle bir değişikliğe uğradığını
da kabul etmedin. Her zaman ‘namazında niyazında’ olduğunu söyleyerek
beni çileden çıkarttın” (170). Ama oğul artık haddini bildiğini de
eklemeyi ihmal etmiyor: “Benim bu dağa çekilme meselesini de belki eski
inançsız yaşantıma bir tepki olarak görürdün. Oysa ben kendimi modası
geçmiş biri olarak ‘telakki ettiğim’ için, senin çocukluğuna sığınıyorum
babacığım. Hareketimin, annemde beğenmediğin biçimde bir duyarlıkla
ilgisi yok” (170).
Oğul,
babasının hayatını hikâye ederek başladığı uzun paragrafta ise ona
yönelik en ciddi eleştirisini yapıyor ve onun -hayattaki yerini pek de
bulamadığını daha önce belirtmiştim- kendisini sunmayı hiç
beceremediğini söylüyor. Aslında sadece Mektup’a bakarak bile, bu
durumun oğul için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Hatta bu yüzden,
Oğuz Atay’ın hemen her kitabında üzerinde durduğu özel ansiklopedisi
dışında herhangi bir yerde anılacağını sanmayıp ekliyor:
“Hiçbir
savaşa katılmadın ve kelimenin bilinen anlamıyla hiçbir kahramanlık
göstermedin. Bu nedenle madalya filan gibi manevi ödüllerden
yararlanamadığın gibi han-hamam-çiftlik gibi maddi ödüllerin üstüne de
oturmadın. Siyasetin içinde yaşadığın halde siyaseti bilmediğin için
barış döneminde de başarılı olamadın. [...] Kendini çok beğendiğin halde
kusurlarını bilmediğin gibi, meziyetlerinin de farkına varmadın. Bu
özelliklerinde huysuz bir çocuğa benziyordun.“(163)
Tüm
bu çatışmalara rağmen oğlun istediği; babayı yaşamak, yaşatmak, onun
hatırlarda kalmasını sağlamak ve aslında ona dönme, özüne dönme
çabasıdır: “Samimiyet buhranlarım, genellikle senin ölümünden sonra
içimde daha kuvvetle hissettiğim Cemil Beyi yaşatma çabasıyla ilgilidir.
İçimde benden ayrı olduğunu sandığım bir de Cemil Beyin bulunmasına sen
‘tezyid-i şahsiyet’ mi yoksa ‘taksim-i şahsiyet’ mi dersin pek
bilemiyorum” (161). Gerçekten bu çabanın bir kişilik çoğalması mı, yoksa
kişilik bölünmesi mi olduğu tartışılır. Belki, her ikisi de değil...
Mektup’un daha ikinci paragrafında oğlun yakın çevresine babasıyla
ilgili hatıralarını anlattığı, babasını beğendirmeye çalıştığı
söyleniyor. Kendine haksızlık edildiğini düşünse de, babasına karşı da
haksızca davranıldığını yazarın sözlerinden çıkarmak mümkün: “Sen artık
öldüğün için senin adına uydurma nutuklar, düzme makaleler, hayal ürünü
tartışmalar icat etmek ve seni onların çok üstünde dalgalandırmak
istiyorum” (166). Babaya dönüşünü ise köydeki ahşap kirişli kerpiç evde
yaşama isteğinde sembolize ediyor, hatta açıkça söylüyor: “Sana
anlatması biraz zor ama, oraya gidişim bana haksızlık eden dünyaya karşı
bir başkaldırma hareketi olacak diyebilirim; yani ben orada bulunmakla
onlara, ‘İşte, bütün terakkinizi gördüm ve aslıma rücu ediyorum, yani
Cemil Beye dönüyorum’ diyeceğim ve onlar da bunu anlamayacak” (170). Son
yıllarında kendi kültürünün değerlerini tam anlamıyla fark eden Atay’ın
babasına bakışı da değişiyor.
Oğlun
babayla tam anlamıyla özdeşleştiğini ve uzlaştığını gösteren anahtar
cümleler ise Mektup’un ortalarında yer alıyor: “Şimdi artık öldün
babacığım. Sınırlarını kesin olarak belirlediğin bir dünyada, bana
sorarsan, belirsiz bir biçimde yaşadın ve öldün. Seni artık değiştirmek
mümkün değil babacığım; bu nedenle kendimi de değiştirmenin mümkün
olacağını sanmıyorum” (165). Gerçekten de oğul babayla uzlaşmıştır, ama
birkaç istisnai durum dışında onu aşabilmiş değildir ve bunun da
farkındadır.
Babanın
çocukluğuyla ilgili şöyle bir cümle var mektupta: “Derler ki sen de
çocukluğunda ev dönünce anneni bulamazsan hemen sokağa fırlar ve onun
misafirliğe gittiği evin camını taşlarmışsın”. (168) Mektup’ta erkek
çocuğun duyduğu ve Freud’un bastırılmış olduğunu söylediği anne
arzusuyla ilgili bir ipucu da yok. Sembolik düzeyde anneye kavuşabilmek
için yapılan “yüceltme” de—artık bir meslek adamı (akademisyen) olduğunu
söylese de—oğlun hayatında tam anlamıyla gerçekleşmiyor.
Sonuç
“Psikanaliz
yaşamı basitleştirir. Analizden sonra yeni bir senteze ulaşırız.
Psikanaliz, yolundan sapmış dürtülerin düğümünü çözer ve bunları ait
oldukları makaralara sarmaya çalışır. Ya da başka bir mecazla
anlatırsam, insanı kendi bilinçdışının labirentinden çıkaracak ipucunu
sağlar” diyor Sigmund Freud, George Sylvester Viereck ile söyleşisinde
(“George Sylvester...” 66). Psikanaliz, her şeyden önce bir yorum
metodu. Üstelik bu yorum çoğunlukla edebi tarzda: “Tipik bir psikanaliz
seansında analizci, karmaşık ve anlaşılması zor dilbilimsel ipuçlarına
kulak verir ki edebi anlamın ötesini de okuyabilsin” (Booker 27).
Psikanalitik
edebiyat eleştirisinde eserlere bakarak yazarların psikanalizini
yapmaya kalkışmak ne derece doğru tartışılır. Bunu yapmak bir anlamda
indirgemecilik olur. Diğer yandan, bir edebi karakterde kompleksleri
gözlemlemek, yazarın bu komplekse sahip olduğunu göstermez. Freud’un
modelini, yöntemini edebi karakterlere uygulamak da biraz tuhaf
kaçabilir, zira bu karakterler kurmaca oldukları için, id, ego ve
süperego’ları da yoktur. Bir başka tarafta da okuyucunun tepkisini
anlamak için psikanalizi bir çerçeve olarak kullanan edebiyat
eleştirmenleri vardır. Başarılı psikanalitik eleştiri yapanların birçoğu
ise yazar, karakterler ve okuyucuların psikolojik durumları hakkında
yargıya varmaya kalkışmadan, edebi metinleri okuyup, buradaki imge ve
motifleri Freud’un yazdıklarıyla karşılaştırır; onun düşüncelerini bir
yorum olarak kullanırlar. “Bu eleştirmenler edebi metinlerde genellikle
cinsellikle ilintili semboller peşindedir. Onların, metnin psikanalizini
yaptıkları söylenebilir” (33).
Nurdan
Gürbilek, “Azgelişmiş Babalar” isimli makalesinde ‘yetimlik’ten söz
eder ve Atay’ın karakterleri için şu tespiti yapar: “Çocukluklarını
yaşamadan büyümek zorunda kalmış, bu yüzden çocuk kalmışlardır.
Vaktinden önce büyümüşler, bu yüzden evde kalmışlardır. Hayatın
acemisidirler.” (Kötü Çocuk Türk,
53) “Babama Mektup”taki oğul da Oidipus Kompleksi’ni ne başarıyla
aşabilmiş, ne de tamamen başarısız olmuş; ‘yarı çocuk’ olarak ‘arada’
kalmıştır.
Korkuyu Beklerken’in
kurmaca olmayan ve otobiyografik özellikler taşıyan metni “Babama
Mektup”un yazarı oğul için ‘kaybeden’ denemese de ‘kazanamayan’
denilebilir: “Eski pısırık oğlunun bu durumunu görseydin gurur duyardın
diyemiyorum; çünkü, sözlerime muhatap olanların tepkisine bakılırsa pek
övünülecek durumda değilim babacığım” (168). Mektup’un yazıldığı baba
içinse: “Sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor ya da onun gibi bir şey”
(162).
Kaynakça
Atay, Oğuz. “Babama Mektup”, Korkuyu Beklerken. s. 159-171. İstanbul: İletişim Yayınları, 1987.
____. Günlük. İstanbul: İletişim Yayınları, 1987.
____. Korkuyu Beklerken. İstanbul: İletişim Yayınları, 1987.
____. Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim Yayınları, 1985.
Booker, M. Keith. A Practical Introduction to Literary Theory and Criticism. New York: Longman Publishers, 1996.
Eagleton, Terry. Edebiyat Kuramı. Çev. Esen Tarım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1990.
Ecevit, Yıldız. Oğuz Atay’da Aydın Olgusu. İstanbul: Ara Yayınları, 1989.
____. “Ben Buradayım...”: Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası. İstanbul: İletişim Yayınları, 2005.
Freud, Sigmund. “George Sylvester Viereck’in görüşmesi”. Cogito 9: Yüz Yılın Psikanalizi (Güz 1996): s.61-71.
____. Sanat ve Sanatçılar Üzerine. Çev. Kamuran Şipal. İstanbul: Bozak Yayınları, 1979.
Geçtan, Engin. Psikanaliz ve Sonrası. Ankara: Maya Yayınları, 1984.
Gürbilek, Nurdan. “Azgelişmiş Babalar”. Kötü Çocuk Türk. İstanbul: Metis Yayınları, 2001.
Jones, Ernest, Hamlet and Oedipus. London: W. W. Norton & Co. Inc, 1976
Moore, Harry T. Age of the Modern and other Literary Essays. Carbondale: Southern Illinois University Press, 1971.
Murray, Henry A. “In Nomine Diaboli”. The New England Quarterly, (Vol. 24, No. 4:Dec. 1951): s..435-452.
Sophokles, Kral Oidipus. Çev. Cüneyt Çetinkaya. İstanbul: Bordo Siyah, 2005.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder