15 Aralık 1977 Perşembe günü öğle sularında Kumkapı pazarında
çıtçıtlı cüzdanlarını düşüne taşına açıp kapayan annelerimizi
atlatmışızdır. Trene takılıp Cankurtaran’da inmiş, Erol Taş’ın
kahvesinin önündeki küçük meydanda biraz dinlenip Sultanahmet’e
çıkmışızdır.
Kahve duvarındaki on ikilik çiviye takılı siyah tahtadaki
“Maç-Saha-Tarih” çizelgesini sarkık bıyıklı bir İspanyol paça, eciş
bücüş doldurmuştur. Sahildeki toprak futbol sahasında kale direklerine
gerili çamaşır iplerine akşamdan yıkanıp asılan, orası burası sökük,
sırtlarından numaralar sarkan Cankurtaranspor’un Arjantin formaları bizi
haftasonlarına götürmüştür… Her forma kendi omzundan mandallanmıştır
ipe, sapa yerde. Peki çamurlu kramponların upuzun bağlarıyla kale ağları
akşamın sert rüzgârında hangi yöne uçuşmuştur?
Soluk tozlu paslı mavi hurda tren bozuk kapılarıyla yanaştı mı
istasyona, hele öğle saatlerinde ıssız vagonlarıyla –avukatlık
bürolarında getirgötür işleri yapan bastonşemsiyeli çocukazarlayan
amcalarla hacıanne kılıklı hamaratpazarçantalı çocukazarlayan teyzeler
vardır tek tük– treni kolumuza takıp Marmara kıyılarında saçlarımızı
rüzgâra bırakmışızdır, küçük bir haydut çetesi olaraktan. İstasyonda,
“Bu devirde kimseye acımayacaksın bacım… Ayağına mı bastılar, allah
yarattı demeyip basacaksın tokadı!” diyen bir erkek sesi, caddeden gelen
acı fren kokusuna karışmıştır. Batık gemilerle dolu
Marmarmaramarmaramaramaramaramaramaramaramaramaramaramaramara diplerini
hayal etmişizdir. Halkalıdangelentrenlerin raydan çıkıp denizin üstünden
aşk olsun diye Haydarpaşa garına dalışı ne güzel olurdu, diye
konuşmuşuzdur.
Kalabalıklardan uzak durun tembihleri, her sabah kulağımıza
çakılmıştır. Kırmızı yağlıboyalarla karanlığa işlenmiş sloganlarla
doludur duvarlar. Tek Yol Devrim, Kurtuluşa Kadar Savaş, 1 Mayısın
Hesabı Sorulacak yazılarının arasında koşturmuşuzdur. Yerel seçim artığı
CHP, AP, MSP, MHP, CGP, yeni belediye başkanı Aytekin Kotil, haber
bülteni artığı Jimmy Carter, Zülfikâr Ali Butto, Menahem Begin, Moshe
Dayan, Enver Sedat, Ziyaülhak, Arafat, Kral Hüseyin, Zeki Yamani…
hiçbirini umursamamış, daracık tişörtlü, İspanyol paçalı Orhan
Gencebay’ın börülce gözlü Fatma Girik’le çevirdiği Hatasız Kul Olmaz filmini görenler görmeyenlere anlatmıştır yolda. Oysa daha dün Çemberlitaş’ta Selvi Boylum Al
Yazmalım filmini seyreden teyze, tüpgaz kuyruğundakilere Türkân
Şoray’ın Kadir İnanır’la Ahmet Mekin arasındaki içler acısı halinden
bahsetmiştir salya sümük. Kuyruğun ön sıralarındaki emekli amca burnunun
ucuna düşen kalın çerçeveli gözlüğünü yukarı itmekten yorgun, “Kim yok
diyorsa bana gelsin, göndereyim” diyen Milliyetçi Cephe hükümeti
başbakanı Demirel’e sövüp saymıştır, boğuk öksürüklerle ağzına dolan
balgamı dilinde evirip çevirerek.
Rengârenk, tozlu, külüstür Hippi otobüslerine parmaklarımızın ucuyla
dokunup geçmiş, meydanı dolduran Barış Manço’lara alaylı selamlar
göndermişizdir uzaktan. Bizim Barış Manço’muz başkadır. Onlar ecnebi!
“Ecnebi” sözcüğü siyah bir rugan çizmedir hayalimizi ezen –Mütareke
yıllarının düşman çizmesi! Ege’yi işgal eden, kötü, kara, iğrenç
çizmeler… Sinema biletlerindeki “ecnebi filmi” ibaresine de gıcık
olmuşuzdur. Çiçek aşısı yerine tüfek aşısı mı vurulmuştur omuzlarımıza,
nedir?
Marmara’dan esen yeldir, karıncalatan siyah-beyaz ekranları. Tepeden
bakıldıkta, İstanbul’un bütün balık lokantalarının çöpü boca edilmiştir
çatılara, balık iskeletleri anten olmuştur. Denizlerimizden esen
rüzgârdır en heyecanlı yerinde Bonanza’yı önümüzden silip süpüren, haber
bültenlerinde “ilk belirlemelere göre” kaç kişinin öldüğünü duyurmayan.
Okuma yazma öğrenmişiz ya, okumak zorundayızdır tasfiye edilmiş dükkân
camlarına yapışmış güneş kavruğu gazete sayfalarını.
Sultanahmet’in avlusunu çocuk parkına çevirmiş, şadırvanda
birbirimizi ıslatmış, soğuk mermerlerin üstünde bacaklarımızı dalgın
dalgın sallayarak ayıp şeylerden laf açmışızdır, musalla taşındaki
tabutu umursamadan.
Paltolu, gözlüklü, eşarplı, ağlamaklı koyu bir topluluk avlunun bir
köşesinde soğuktan büzüşmüştür. Yakınlarında dolaşan ölümü siyahlar
giyinip yüzlerinin akıyla uğurlamaya çalışan güruh. Sıkılmışızdır bu
kalabalıktan. Kat kat giyinmiş, atkılı, lastik ayakkabılı esansçı dede
de sıkılmıştır kuşkusuz. Küçük, kirli şişelerden kararmış şırıngasına
çektiği ağır hacı kokularını boca edeceği içi pamuklu plastik esans
kutucukları taşımaz bu insanlar, şırınganın dibini de üstlerine
fısfıslatmazlar. Esansçının önünden, lağımcının yanından geçercesine,
yüzlerini ekşitip burunlarını tutarak geçerler.
Ötede, kıvrım kıvrım rendelenen denizin okşadığı kıyıda, kalın
yosunlu taşlar, kadifeden, saçaklı saray yastığı uykusundayken
sarıayetçerçeveliyeşilçuhalı tabut öylece duruyordur, başında el pençe
iki kişi. Marmara’nın kayıkları, patpatları kibarlığında gezinip cami
avlularına demir atar tabutlar. Tabut tabuttur. Sessiz, fısıltılı, ölü
süsü verilmiş kalabalık yüzsüzdür, cansızdır. Tabut canlıdır oysa,
avlunun nabzıdır. Bu kalabalık bir parça da alabalık sürüsüdür, siyah
gözlüklü: Gözleri ceplerinde bir çift misket adamlar, midye kabuğu
kulaklarına iç pilavı dolduran kadınlar…
Yan yana, üst üste dizilmiş çelenklere çaktırmadan yanaşıp uzaktan
gözümüze kestirdiğimiz çiçekleri çalarken, Kırmızı Ömer’in çıraklık
yaptığı derme çatma demirci atölyesinde köşk bahçeleri, oteller için
demir çiçekler yapan o çelimsiz demirci ustasını anımsamışızdır. Bir
kilo demir mi ağırdır, bir kilo pamuk mu, sorusu denli şaşırtıcı
bulmuşuzdur demir çiçekleri, Kırmızı Ömer’in kızıl saçlarını.
Avlunun girişinde siyah eldivenli bir adam üstüne toplu iğne
iliştirilmiş siyah-beyaz cenaze resimleri dağıtıyordur önüne gelene. Kim
ölmüş, kim kalmış ancak anlaşılıyordur, yakalara takılınca resimler.
Terslenmişizdir muhakkak; ama meraklıyızdır, ölenlerle kalanların
hesabını tutuyoruzdur. Mantar tabancalıyızdır, çeteyizdir. Sokakta
çürümeye terk edilmiş külüstür Amerikan otomobilini mekân tutmuşuzdur
Kadırga’da. Siyah, damalı, su sayacı saatli taksinin koltuklarında
eylemler planlıyoruzdur. Gangsterizdir! Şimdi bu adam kim oluyordur da
bizden esirgiyordur topluiğneli cenaze resimlerini. Üç arkadaş göz göze
gelmişizdir. Çelenklerden çiçek aşırırcasına elindeki resimleri
avuçlayıp kaçmışızdır. Topluiğneler saçılmıştır mermere.
Çaldığımız başka şeylerle merkeze, Palamut’umuza dönmüş, orada
paylaşacağımızı paylaşıp işe yaramaz şeyleri yayları fırlamış koltuklara
bırakmışızdır. Birbirimizin göğsüne iğnelemişizdir resimleri. Pazardan,
tüp-gaz kuyruğundan, komşudan kazak örneği almaktan dönen annelerimiz
bizi azarladığında, “Cenazemiz vardı da…” diye dalga geçmişizdir. “Ne
cenazesi? Kimin cenazesiymiş?” İnanmazlarsa göğsümüzü gere gere
göstermişizdir resmini:
Murat Yalçın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder