Hakan Günday - Dünyanın En Kuvvetli Doğuştan Şairi

Bir adam hatırlıyorum. 1887 yılında, dünyaya Lozan adlı bir kentten gelen. Fabian Avenarius Lloyd adıyla ayak bastığı yerin yüzünü Arthur Cravan olarak terk eden. Halasıyla evli olduğunu öğrendiği anda öz babası olarak kabul ettiği Oscar Wilde’a Dünyanın Kralı unvanını veren. Boksla başladığı spor hayatına şiirle devam edip şiirle başladığı sanat hayatını boksla sürdüren. Manşeti “Zafer bir Skandaldır!” olan ve içi, kolaj, şiir, makale ve hakaretlerle dolu. Şimdi adlı bir dergiyi tek başına hazırlayıp Paris sokaklarında el arabasıyla satan. Dadaizm öncülerinin hayranlık ve korkuyla izledikleri bir adam. Düzenlediği tek kişilik gösterilerde izleyicilere kurusıkı tabancalarla ateş eden ve gösteri afişlerine şöyle yazmış bir adamı hatırlıyorum:

“Gelin ve Şair Arthur Cravan’ı görün (Oscar Wilde’ın yeğeni)!

Boks Şampiyonu, İki metre ve 125 kilo!
Konuşacak, Dövüşecek, Dans edecek, Soyunacak
Ve sözleri bittiğinde intihar edecek!”
“Şair dediğin, otuz yaşında kanserden ölmeli!” cümlesini Şimdi’nin kuytu sayfalarından birine yazıp 31 yaşında Meksika Körfezinde kaybolan Arthur Cravan’ı hatırlıyorum. Hatırladıkça da Kaldırım Destanı ’nın girizgâhını düşünüyorum:

“Dünyanın en büyük kabadayısı, en çevik, en kuvvetli adamı...
Doğuştan Şair,... Halterci,... Kahırkeş,...
Dünyanın en mert ve sadist insanı... Tespihi iki kilodur.
Allah onun çektiklerini bir taş parçasına çektirmesin.”

Sonra bir de Cravan’ın Hiya! adlı şiirini hatırlıyorum:

Viyana’da olmak istiyorum. Kalküta’da!
Bütün trenlere ve bütün gemilere binmek
Bütün kadınlardan girip bütün yemeklerden çıkmak istiyorum...

Ben, şeyler, insanlar ve hayvanların hepsiyim.
Hatırladıkça da “Masist Gül”ün kartvizitini düşünüyorum:

Aktör, Ressam, İşlemeci, Resimli Romancı, Karikatürist, Şair, Yazar, Heykeltıraş, Tornacı,
Marangoz ve Halter Antrenörü

Her şey ve hepsi olan bir “Masist Gül”... Cravan’ın doğumundan 60 yıl sonra geliyor dünyaya. Bir ömür kadar sonra. 1947’de. Belki de Cravan’dan sonra, sıra kendisine geldiği için doğuyor. İstanbul’da. Ve derhal anlıyor: Sanatın hayattan değil ama hayatın sanattan çıktığını. Boğuşur gibi şiir yazıyor. Jilet atar gibi resim yapıyor. En az Cravan kadar kolajla ilgileniyor. Ama her şeyden önce, sahibi olduğu tek varlık üzerine düşünüyor: Kendisi. Bin Masist hayal edip birini seçiyor. Taşı değil, kendisini tıraşlayıp, bir Masist yaratıyor. Ama yetmiyor. Çünkü yüzüne kırışıklar çizen zamandan çok daha iyi resim yapıyor. İlk eseri “Masist Gül”den ikinci bir eser yaratıp adını “Kaldırımlar Kurdu” koyuyor. “Kaldırımlar Kurdu”nun maceralarınıysa beş buçuk sayısı olan bir resimli romanda anlatıyor. Bir sanat eseri olarak yaşamış ve ölmüş Cravan gibi, o da yarım bırakıyor hayatı ve “Kaldırım Destanı”nı. 2004 yılına kadar yaşayabiliyor. Daha fazla dayanamıyor gerçek dünyaya. 57 yıl. Belki de dünyanın en uzun ömürlü havai fişeği gösterisi...

TAMAMI EL İŞİ TEK NÜSHA
Yeşilçam devrilene kadar üç yüz filmde figüranlık yapıyor, “Masist Gül”. Ama “Kaldırım Destanı”nda başrol oynuyor. Öyle bir destan ki tek nüsha ve tamamı el işi. Bir yandan tüketirken kendi hayatını 1980’lerin Türkiye’sinde, diğer yandan tükenmez kalemle yazıp çiziyor. Önce Fare Fahri oluyor. Karanlık bir kömürlükte yıllarca işkence gören. 1905, hela doğumlu, ağzını açtığı anda şiir kusan bir çocuk. Sonra büyüyüp Kaldırımlar Kurdu oluyor. Elinde tespih, ayağında yumurta topuk. Bir asalet varsa bu hayatta, 80’lerin İstanbul’unda değil, Adana’nın geçmişindedir, deyip, bir külhanbeyine dönüşüyor. Ve büyük ihtimalle, bütün bu hikâyeyi, bir masal gibi kendisine anlatmak için yazıp çizmiş olan Gül, aralarına düştüğü insanlarla arasının ne kadar açık olduğunu şöyle anlatıyor bir şiirinde:

İnsanlıktan doğuştan atılmıştık
Gemimizi doğuştan batırmıştık

Böylece, ne zaman kendine dönüp baksa, karşısına çıkan, ancak bir hayal dünyasında yaşayabilecek olmasının getirdiği kırılganlığı, yalnızlığı ve zaaflarını, dünyanın en kuvvetli ve en acımasız külhanbeyine dönüşerek dengelemeye çalışıyor. Ruhu cam gibi narin, bedeniyse bıçak gibi güçlü olan bir “Kaldırımlar Kurdu” hayal ediyor, “Masist Gül”. Tek kişilik sanatından zerre kadar bir şey anlamayan dünyayla başa çıkabilmesinin tek yolunun, dünyanın en güçlü adamı olmaktan geçtiğine inanıyor. Şiirini duymayanları yumruklayarak alkışlıyor kendisini. Her şeyi tek başına yapıyor. Tek kişilik gösterisini sadece kendisi izliyor. Sonra, ne tesadüftür ki, Arthur Cravan’ın bir yerlerde şöyle dediğini hatırlıyorum: “Ben yeni bir hayatın peygamberiyim ve o hayatı yaşayan tek kişiyim.”

Tek ve eşsiz... Demek ki bu hayatta, bazı insanlar, yalnız kaldıklarında bazı hayaller kurar. Demek ki bu bazı hayaller, pala bıyığa ve siyah bir takım elbiseye dönüşüp sokaklara çıkar. Demek ki bu bazı sokaklar, içlerinden bir şehir dolu insan da geçse, aslında boştur. Demek ki bu boşluğu bazı insanlar kurdukları bazı hayallerle doldurur. Ve kimsenin umurunda olmasa bile, bu hayal... Gösteri devam eder. Çünkü eser, sanatçının kendisiyse, en önde oturup izleyen de yine odur. Bazen bir aynada, bazen de bir resimli romanda.

Sonuçta, romantik olması gerekir insanın, yazıp çizdiklerinden ibaret kalabilmesi için. Peki, şu pornografik dünyada nasıl romantik kalınabilir? Belki yukarıda başlayan şiirin devamı bir fikir verir:

Zekâmız desen insanüstüydü
Allahtan şair yaratılmıştık

Sonra... Sonrası bir destan daha. “Kaldırım Destanı”nın kaderi, kahramanı Fare Fahri’ninkinden pek de farklı değil. Belki bir kömürlükte yatmıyor yıllarca, ama sahaflara terk edilmiş bir valizin içinde hapis kalıyor, “Masist Gül”ün ölümünden sonra. Karanlığın içinde sessizce bekliyor keşfedilmeyi. Belki de Masist Gül’ün hayatı boyunca beklediği gibi. Belki de, inadına, beklemediği gibi...

Ve sonunda o valizin kapağını, sanatçı kitapları yayımlayan BAS’ın kurucusu Banu Cennetoğlu açıyor. İşte o an, Fare Fahri, Kaldırım Kurdu’na dönüşüp gösterisine kaldığı yerden devam ediyor. Bize de, “Masist Gül”ün yanındaki yerimizi alıp, “Masist Gül”ü izlemek kalıyor. Bir de, neyin gerçek neyin hayal olduğunu umursamamak. Çünkü Masist’in dünyasına giden tren oradan kalkıyor.

(Hakan Günday'ın 26 Kasım 2010 tarihli Vatan Gazetesi'nde yayınlanmış köşe yazısı.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder