Burak Çevik - !f 2012: Keşif Bölümü

!f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin bu sene beşinci yılına giren keşif bölümü, önceki dört yılda olduğu gibi bu sene de bir çok ilginç filmi ve yönetmeni İstanbul seyircisi ile buluşturdu. Açıkçası her sene !f’in programı açıklandığında en merak ettiğim bölüm keşif bölümü oluyor. Sebebi ise çok basit; yönetmenlerin ilk veya ikinci filmlerinin gösterildiği bu bölümde karşımıza neler çıkabileceğini kestirmek çok güç. Bu güçlük, seyirci açısından bir nevi kumara dönüşüyor ve yönetmenlerin ilk filmleri olduğundan dolayı da filme dair beklentiler düşük tutuluyor. Sonuçta Keşif bölümünde izlenilen güzel bir film, seyirci için gerçekten bir keşfe dönüşüyor. Yönetmen kenara not ediliyor, yıllar boyu yeni filmleri takip ediliyor.

Festivalin merakla beklediğim keşif bölümü filmlerinden akla gelen ilk ikisi Nana ile Masum Cumartesiler’di (V Subbotu). Erkek egemenliğinden sıyrılmış, kendi bağımsızlıkları ile boğuşarak ormanın kenarındaki taş evde yaşayan bir anne ve küçük kızının hikayesi olan Nana, karanlık bir masal gibi oluşturduğu atmosferi ile, her neslin direnişini, her insanın birey olma çabasını anlatıyordu. Ancak belki de yönetmenin ilk filmi olmasından dolayı bir ritim bozukluğuna sahip olduğunu düşünüyorum. Zira altmış sekiz dakikalık bir işin bana iki saat uzunluğunda gelmesine başka bir açıklama bulamıyorum. Filmin genelini ve ardından üzerimde bıraktığı etkisini dolaysız yoldan etkileyen bu ritim sorunu, Nana’nın benim için hayal kırıklığı haline gelmesine sebep oldu.

Merakla beklediğim bir diğer film olan, Masum Cumartesiler ‘in ise beklentilerimi aştığını söyleyebilirim. Bu Rus filminin bana ilginç gelen tarafı ise, film boyunca aklıma somut bir neden belirtemesem de sürekli Cristian Mungiu’nun Cannes’da Altın Palmiye alan başyapıtı 4 Ay 3 Hafta 2 Gün (4 luni, 3 săptămâni şi 2 zile) ve geçen sene İstanbul Film Festivali’nde izleyip çok sevdiğim Mutluluğum (Schastye Moyo) filmlerinin gelmesiydi. Filmin ardından yönetmen ile yapılan soru & cevap kısmında bunun sebebini öğrendim. Masum Cumartesiler‘in görüntü yönetmeni Oleg Mutu, aynı zamanda bahsettiğim diğer iki filmin de görüntü yönetmenliğini yapmıştı. Mutu’nun görüntü yönetmenliği ile parlayan bu incelikli iş, belki de sırf bu nedenle sinemada görülmeyi hakediyor.
Masum Cumartesiler, insanın büyük felaketler karşısındaki çaresiz kabullenişini, vurdum duymazlığını, kendini ikna etmeye olan engellenemez direnişini, Sovyetlerin himayesindeki Kiev’de yaşanan Çernobil Felaketi üzerinden anlatıyor. Filmin olay örgüsünde bazı durumlar zorlama gibi dursa da, kara mizah hikayenin temelinde öyle bir işliyor ki yönetmen bu kara mizah sayesinde seyirciyi ikna etmekte hiç zorlanmıyor.

Film sonrası aklıma, yönetmenin karakterler arasındaki ilişkileri insanı evrensel olarak düşünerek mi yoksa Sovyet himayesindeki Kiev’i düşünerek mi kurduğu sorusu takıldı. Yönetmenin bizzat kendisine sorunca, cevabı aydınlatıcıydı: ‘Karakterlerin birbiriyle ilişkisini evrensel olarak anlatmak istedim. Nasıl ki Fukuşima’da insanlar yaşamaya devam ettiyse veya New Orleans’ta olan felaket sırasında insanlar uyarılmalarına rağmen kaçmadıysa, bu filmde bir şekilde insanların o anki durumlarını ve bahsettiğim hissiyatlarını yansıttığını düşünüyorum.’
Keşif bölümü içerisinde en zayıf iş olduğunu düşündüğüm Pislik (Gandu), alt sınıfa dahil bir insanın topluma duyduğu öfke ve iz bırakma isteği üzerinden, Hindistan’daki kast sisteminin günümüz toplumuna ve Hindistan’daki gündelik yaşayışa olan etkilerini anlatıyordu. Filmin seyirci üzerinde bıraktığı etki, gerçekten rahatsız edici ama bu bahsettiğim rahatsız etme durumunu belki bir çok yönetmen artıya dönüştürmeyi başarırken, Q bunu başaramıyor. Yönetmen Q’nun film boyunca sergilediği orantısız asi tavır, sisteme kızgın bir ergenin dengesiz ve spontene söylemlerine benzeyen bir üsluba dönüşmekten bir türlü kurtulamıyor.

Gandu ile hem içerik hem de üslup anlamında benzerlik kurabileceğimiz bir diğer keşif filmi Kıyıda (Sur la Planche), Gandu’dan farklı olarak sinema dilini daha olgun bir seviyede kurmayı başarmış bir ilk film. Fas’ta bir karides fabrikasında çalışan iki kızın, bulundukları statüden kurtulma isteklerini ve bu çaba içerisinde girdikleri yasal olmayan yolları konu edinen filmin olgunluğu senaryosundan değil, tamamen yönetmenin tercihlerinden kaynaklanıyor. Ancak bu bahsettiğim olgunluk, filmi, senaryonun orantısız asiliği ve klişelere bulanmış dengesiz olay örgüsü sebebiyle ancak bir yere kadar taşıyabiliyor. Kötü yazılmış diyaloglar, kötü oyunculukların ağzında hayat bulunca, film, içinde barındırdığı potansiyeli kullanamadan sonlanıyor. Alt sınıfın boğuştuğu, kurtulana kadar direndiği, kurtulmak için çabaladığı ve bazen bizzat sebep olduğu yangının, dünya sinemasında Pislik ve Kıyıda’dan çok daha parlak karşılıkları mevcut. Mevcudiyetin üzerine bir şey katamayan bu iki işin, diğer keşif filmleri arasında sönük kaldığını düşünüyorum.

Festivalin büyük bir kitle tarafından merakla beklenen bir diğer filmi olan Kapıları, Pencereleri Açalım (Abrir Puertas y Ventanas), Locarno Film Festivali’nde Altın Leopar ödülü aldığından dolayı benim de beklenti ile yaklaştığım bir işti. Beklentilerimin çok altında kalan bu Arjantin filmi, büyükannelerinin ölümünün ardından, yalnız başlarına kalan üç kız kardeşin bir yere, bir nesneye, bir kişiye ait olma isteği içerisinde büyüme hikayesini anlatıyor. Beni asıl rahatsız eden ise, yönetmenin film boyunca neredeyse tüm sahnelerde cinsel imalara yer vermiş olması ve hikaye akışını bu imalar üzerinden kurmuş olmasıydı. Eğer yönetmen kadın değil de erkek olsaydı, film “seksist” ilan edilir, yerden yere vurulurdu.

Kapıları, Pencereleri Açalım’ın tek yanlış noktası bu değil; filmin aralarına sıkıştırılan ve seyirciye sahnenin, durumun hissiyatını geçirmek amaçlı kullanılan duygusal sahneleri gereksiz hatta cıvık bulduğumu söylemeliyim. Yönetmenin bir kaç kez anlayışla karışılanabilecek bu tavrı, film boyunca sürünce ister istemez bir süre sonra seyircinin filmi ya daha çok kabul etmesine ya da dışlamasına sebebiyet veriyor. Ben kendimi dışlayanların (belki dışlananların demek daha doğru olur) tarafında buldum.

Kapılar, Pencereleri Açalım‘ın bu samimiyetsiz tavrının tam tersine ise yine keşif bölümünde izlediğimiz Hislerimi İncittin (You Hurt My Feelings)’de rastlıyoruz. Yönetmen bize kamerasının tüm duruluğu, samimiyeti ile üç karakterin çevresinde dönen ve bu karakterlerin belki de en doğal hallerini seyirciye gösteren bir gitme, kalamama, hikayesi sunuyor.

Bence Hislerimi İncittin‘in en büyük başarısı, yönetmen Steve Collins’in sallanan kamerasıyla seyirciyi üçüncü bir göz olarak konumlandırışı ve bu tavrını tüm film boyunca dengede tutabilmesiydi. Film, gücünü karakterler arasındaki ilişkilerin naifliğinden, bu naifliğin film boyunca arka planda kendisini seyirciye hissettirmesinden ve içinde barındırığı gizli melankoliyi muhafaza edebilmesinden alıyor. Yine de bahsettiğim bu gizli melankolinin, genele yayıldığında filme zarar verdiğini söylemek mümkün. Bu zarar, belki de tüm filmin seyirci üzerindeki etkisini alıp götürüyor. Geriye ise izlemesi zaman kaybı olmayan ama unutulmaya mahkum bir karakter dramı kalıyor.

Gael Garcia Bernal ile Deficit’deki işbirliğinden tanıdığımız ve Meksika’dan çıkan çoğu bağımsız yapımda parmağı olan Kyzza Terrazas, İlk uzun metrajlı filmi Machete Dili‘nde (El Lenguaje de los Machetes), sosyal yaşamın ve sistemin unsurlarına isyan eden ve sistemin adeletsizliğine karşı aşırı saldırgan tavırları olan bir çiftin hikayesine odaklanıyor. Asi bir punkçı kız ile devrimci bir aktivist adam, ilişkilerinde ayrılık eşiğine geldiklerinde, biri kendini inançlarına daha bağlı, diğeri ise tam tersi durumda buluyor.

Machete Dili’nin, Bulbo and Almeida’nın birbiri ile uyuşan kimyası ve filmin iyi düşünülerek yazılmış senaryosu nedeniyle Latin Amerika’dan ilginç bir keşif olduğunu düşünüyorum. Yine de film, kamerasını karakterlere ve nesnelere çok yakın tutarak, bir nevi seyircinin algısı üzerinde hüküm sahibi olmak isteyen yönetmenin böylesi isyankar bir yapıtın ruhu ile uyuşmayan tavrı sebebiyle tüm etkisini yitiriyor.

Benim açımdan festivalin en önemli keşiflerinden biri Denizde İki Yıl (Two Years At Sea) oldu. Ben Rivers’ın önceki kısa filmleri izleyen küçük bir grup filmi merakla beklerken, ben bu meraka sahip değildim. Bu keşif, benim açımdan o kadar değerli bir keşifti ki, film çıkışı ilk yaptığım şey Ben Rivers’ın eski işlerini bulup, izlemek oldu. Rivers, tüm filmlerinde bir yönetmen olarak hikayeye olan mesafesini ve bakışı öyle saygılı kuruyor ki, bu tavrı seyircinin de yönetmene saygı duymasına sebebiyet veriyor.

Film, İskoçya’da ormanın derinliklerinde izole, uygarlıktan uzak, münzevi bir hayat süren Jake Williams’ın gündelik yaşayışını anlatıyor. Denizde İki Yıl, kıyıdan uzaklaşan insanoğlunu kıyıya geri götüren doğa, döngüye tekrar katılma arzusu ile yanıp tutuşan insan, üzerinde huzurla uyuyarak süzüldüğümüz su, bakarak ağladığımız ateş, parçası olduğumuz toprak, insanın iç sıkıntısı ile mücadelesi ve bu mücadele sırasında öze, doğala sığınması hakkındaki, kısacası doğanın ve tabii ki insanın özü hakkındaki bir film. Yönetmen, modern toplumda ayrılık acısı yaşayan insanın kendisini öze teslimiyetini, günümüzde yaygınlaşan dijital sinemaya arkasını dönerek, sinemanın özüne dönerek yani filmi 16mm. çekerek anlatıyor. Yönetmenin, anlam yaratan sinemanın değil, anlamın kendisine evrilen sinemanın peşinden koştuğuna inanıyorum.

Keşif jürisinde bulunan Andréa Picard’ın daha ödüller verilmeden önce Two Years At Sea hakkında şöyle bir sözü var: “Filmdeki her kare yaşamla -ve muhteşem natürmort görüntülerle- çatırdıyor ve zaman durmuş gibi hissedilse de bir saat tıkıtısı cömertçe kendini farkettiriyor. Bir şekilde Béla Tarr’ın Torino Atı‘nın tam zıttında yer alıyor Two Years At Sea: Rüzgâr uğultuları yerine kuş sesleri, sıkışmışklık yerine özgürlük, Nietzscheci çaresizlik yerine nostaljiyle sürükleyen bir melankoli vaat ederek.”

Ben Rivers, hala analog formatta çalışan bir yönetmen. Bütün laboratuar işlemlerini kendi mutfağına kurduğu bir düzenek ile yapıyor. Belki de filmin tek eksik noktası da buradan kaynaklanıyor. Yönetmenin peliküller üzerindeki etkisi o kadar fazla ki, bir süre sonra insan bunu gösterişçi bir hareket olarak algılayabiliyor. Bu açıdan filmin belki de seveceğiniz gösterişçi tarafını kaçırmamak adına, sinemada izlenmesi daha doğru olacaktır.

Yarışma kapsamında bir araya gelen Yeşim Ustaoğlu, Khaled Abol Naga, Andrea Picard, Jonathan Cauette ve Mark Adams’tan oluşan jüri, sinemada cesur hikaye anlatımı, teknik ve tarzda yenilik kriterleriyle Keşif Bölümü’nde yarışan yönetmenlerden birini ‘İlham Veren Yönetmen’ seçecek. Bunun yanı sıra Okan Arpaç, Özge Özdüzen ve Ayla Kanbur’dan oluşan SİYAD jürisi ise bu filmler arasından birine ‘SİYAD En İyi Film’ ödülü verecek.

!f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin, uluslararası platformlardan sinemaya değişik kapılar açabilecek yaratıcı genç yönetmenleri ve bağımsız filmleri İstanbul izleyicisi ile buluşturma amacına bu sene de ulaştığını açık yüreklilik ile söyleyebilirim. Festival, her sene olduğu gibi takipçilerine önümüzdeki şubat ayını merakla beklemek için haklı bir sebep bırakarak sonlandı.

Sonkatilim.com adına yazan; Burak Çevik.
Şubat 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder