!f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin bu sene
beşinci yılına giren keşif bölümü, önceki dört yılda olduğu gibi bu sene
de bir çok ilginç filmi ve yönetmeni İstanbul seyircisi ile buluşturdu.
Açıkçası her sene !f’in programı açıklandığında en merak ettiğim bölüm
keşif bölümü oluyor. Sebebi ise çok basit; yönetmenlerin ilk veya ikinci
filmlerinin gösterildiği bu bölümde karşımıza neler çıkabileceğini
kestirmek çok güç. Bu güçlük, seyirci açısından bir nevi kumara
dönüşüyor ve yönetmenlerin ilk filmleri olduğundan dolayı da filme dair
beklentiler düşük tutuluyor. Sonuçta Keşif bölümünde izlenilen güzel bir
film, seyirci için gerçekten bir keşfe dönüşüyor. Yönetmen kenara not
ediliyor, yıllar boyu yeni filmleri takip ediliyor.
Festivalin merakla beklediğim keşif bölümü filmlerinden akla gelen ilk ikisi Nana ile Masum Cumartesiler’di (V
Subbotu). Erkek egemenliğinden sıyrılmış, kendi bağımsızlıkları ile
boğuşarak ormanın kenarındaki taş evde yaşayan bir anne ve küçük kızının
hikayesi olan Nana, karanlık bir masal gibi
oluşturduğu atmosferi ile, her neslin direnişini, her insanın birey olma
çabasını anlatıyordu. Ancak belki de yönetmenin ilk filmi olmasından
dolayı bir ritim bozukluğuna sahip olduğunu düşünüyorum. Zira altmış
sekiz dakikalık bir işin bana iki saat uzunluğunda gelmesine başka bir
açıklama bulamıyorum. Filmin genelini ve ardından üzerimde bıraktığı
etkisini dolaysız yoldan etkileyen bu ritim sorunu, Nana’nın benim için
hayal kırıklığı haline gelmesine sebep oldu.
Merakla beklediğim bir diğer film olan, Masum Cumartesiler ‘in
ise beklentilerimi aştığını söyleyebilirim. Bu Rus filminin bana ilginç
gelen tarafı ise, film boyunca aklıma somut bir neden belirtemesem de
sürekli Cristian Mungiu’nun Cannes’da Altın Palmiye alan başyapıtı 4 Ay 3
Hafta 2 Gün (4 luni, 3 săptămâni şi 2 zile) ve geçen sene İstanbul Film
Festivali’nde izleyip çok sevdiğim Mutluluğum (Schastye Moyo)
filmlerinin gelmesiydi. Filmin ardından yönetmen ile yapılan soru &
cevap kısmında bunun sebebini öğrendim. Masum Cumartesiler‘in
görüntü yönetmeni Oleg Mutu, aynı zamanda bahsettiğim diğer iki filmin
de görüntü yönetmenliğini yapmıştı. Mutu’nun görüntü yönetmenliği ile
parlayan bu incelikli iş, belki de sırf bu nedenle sinemada görülmeyi
hakediyor.
Masum Cumartesiler, insanın büyük felaketler
karşısındaki çaresiz kabullenişini, vurdum duymazlığını, kendini ikna
etmeye olan engellenemez direnişini, Sovyetlerin himayesindeki Kiev’de
yaşanan Çernobil Felaketi üzerinden anlatıyor. Filmin olay örgüsünde
bazı durumlar zorlama gibi dursa da, kara mizah hikayenin temelinde öyle
bir işliyor ki yönetmen bu kara mizah sayesinde seyirciyi ikna etmekte
hiç zorlanmıyor.
Film sonrası aklıma, yönetmenin karakterler arasındaki ilişkileri
insanı evrensel olarak düşünerek mi yoksa Sovyet himayesindeki Kiev’i
düşünerek mi kurduğu sorusu takıldı. Yönetmenin bizzat kendisine
sorunca, cevabı aydınlatıcıydı: ‘Karakterlerin birbiriyle ilişkisini
evrensel olarak anlatmak istedim. Nasıl ki Fukuşima’da insanlar yaşamaya
devam ettiyse veya New Orleans’ta olan felaket sırasında insanlar
uyarılmalarına rağmen kaçmadıysa, bu filmde bir şekilde insanların o
anki durumlarını ve bahsettiğim hissiyatlarını yansıttığını
düşünüyorum.’
Keşif bölümü içerisinde en zayıf iş olduğunu düşündüğüm Pislik
(Gandu), alt sınıfa dahil bir insanın topluma duyduğu öfke ve iz
bırakma isteği üzerinden, Hindistan’daki kast sisteminin günümüz
toplumuna ve Hindistan’daki gündelik yaşayışa olan etkilerini
anlatıyordu. Filmin seyirci üzerinde bıraktığı etki, gerçekten rahatsız
edici ama bu bahsettiğim rahatsız etme durumunu belki bir çok yönetmen
artıya dönüştürmeyi başarırken, Q bunu başaramıyor. Yönetmen Q’nun film
boyunca sergilediği orantısız asi tavır, sisteme kızgın bir ergenin
dengesiz ve spontene söylemlerine benzeyen bir üsluba dönüşmekten bir
türlü kurtulamıyor.
Gandu ile hem içerik hem de üslup anlamında benzerlik kurabileceğimiz bir diğer keşif filmi Kıyıda
(Sur la Planche), Gandu’dan farklı olarak sinema dilini daha olgun bir
seviyede kurmayı başarmış bir ilk film. Fas’ta bir karides fabrikasında
çalışan iki kızın, bulundukları statüden kurtulma isteklerini ve bu çaba
içerisinde girdikleri yasal olmayan yolları konu edinen filmin
olgunluğu senaryosundan değil, tamamen yönetmenin tercihlerinden
kaynaklanıyor. Ancak bu bahsettiğim olgunluk, filmi, senaryonun
orantısız asiliği ve klişelere bulanmış dengesiz olay örgüsü sebebiyle
ancak bir yere kadar taşıyabiliyor. Kötü yazılmış diyaloglar, kötü
oyunculukların ağzında hayat bulunca, film, içinde barındırdığı
potansiyeli kullanamadan sonlanıyor. Alt sınıfın boğuştuğu, kurtulana
kadar direndiği, kurtulmak için çabaladığı ve bazen bizzat sebep olduğu
yangının, dünya sinemasında Pislik ve Kıyıda’dan çok daha parlak
karşılıkları mevcut. Mevcudiyetin üzerine bir şey katamayan bu iki işin,
diğer keşif filmleri arasında sönük kaldığını düşünüyorum.
Festivalin büyük bir kitle tarafından merakla beklenen bir diğer filmi olan Kapıları, Pencereleri Açalım (Abrir
Puertas y Ventanas), Locarno Film Festivali’nde Altın Leopar ödülü
aldığından dolayı benim de beklenti ile yaklaştığım bir işti.
Beklentilerimin çok altında kalan bu Arjantin filmi, büyükannelerinin
ölümünün ardından, yalnız başlarına kalan üç kız kardeşin bir yere, bir
nesneye, bir kişiye ait olma isteği içerisinde büyüme hikayesini
anlatıyor. Beni asıl rahatsız eden ise, yönetmenin film boyunca
neredeyse tüm sahnelerde cinsel imalara yer vermiş olması ve hikaye
akışını bu imalar üzerinden kurmuş olmasıydı. Eğer yönetmen kadın değil
de erkek olsaydı, film “seksist” ilan edilir, yerden yere vurulurdu.
Kapıları, Pencereleri Açalım’ın tek yanlış noktası
bu değil; filmin aralarına sıkıştırılan ve seyirciye sahnenin, durumun
hissiyatını geçirmek amaçlı kullanılan duygusal sahneleri gereksiz hatta
cıvık bulduğumu söylemeliyim. Yönetmenin bir kaç kez anlayışla
karışılanabilecek bu tavrı, film boyunca sürünce ister istemez bir süre
sonra seyircinin filmi ya daha çok kabul etmesine ya da dışlamasına
sebebiyet veriyor. Ben kendimi dışlayanların (belki dışlananların demek
daha doğru olur) tarafında buldum.
Kapılar, Pencereleri Açalım‘ın bu samimiyetsiz tavrının tam tersine ise yine keşif bölümünde izlediğimiz Hislerimi İncittin
(You Hurt My Feelings)’de rastlıyoruz. Yönetmen bize kamerasının tüm
duruluğu, samimiyeti ile üç karakterin çevresinde dönen ve bu
karakterlerin belki de en doğal hallerini seyirciye gösteren bir gitme,
kalamama, hikayesi sunuyor.
Bence Hislerimi İncittin‘in en büyük başarısı,
yönetmen Steve Collins’in sallanan kamerasıyla seyirciyi üçüncü bir göz
olarak konumlandırışı ve bu tavrını tüm film boyunca dengede
tutabilmesiydi. Film, gücünü karakterler arasındaki ilişkilerin
naifliğinden, bu naifliğin film boyunca arka planda kendisini seyirciye
hissettirmesinden ve içinde barındırığı gizli melankoliyi muhafaza
edebilmesinden alıyor. Yine de bahsettiğim bu gizli melankolinin, genele
yayıldığında filme zarar verdiğini söylemek mümkün. Bu zarar, belki de
tüm filmin seyirci üzerindeki etkisini alıp götürüyor. Geriye ise
izlemesi zaman kaybı olmayan ama unutulmaya mahkum bir karakter dramı
kalıyor.
Gael Garcia Bernal ile Deficit’deki işbirliğinden tanıdığımız ve
Meksika’dan çıkan çoğu bağımsız yapımda parmağı olan Kyzza Terrazas, İlk
uzun metrajlı filmi Machete Dili‘nde (El Lenguaje de
los Machetes), sosyal yaşamın ve sistemin unsurlarına isyan eden ve
sistemin adeletsizliğine karşı aşırı saldırgan tavırları olan bir çiftin
hikayesine odaklanıyor. Asi bir punkçı kız ile devrimci bir aktivist
adam, ilişkilerinde ayrılık eşiğine geldiklerinde, biri kendini
inançlarına daha bağlı, diğeri ise tam tersi durumda buluyor.
Machete Dili’nin, Bulbo and Almeida’nın birbiri ile uyuşan kimyası ve
filmin iyi düşünülerek yazılmış senaryosu nedeniyle Latin Amerika’dan
ilginç bir keşif olduğunu düşünüyorum. Yine de film, kamerasını
karakterlere ve nesnelere çok yakın tutarak, bir nevi seyircinin algısı
üzerinde hüküm sahibi olmak isteyen yönetmenin böylesi isyankar bir
yapıtın ruhu ile uyuşmayan tavrı sebebiyle tüm etkisini yitiriyor.
Benim açımdan festivalin en önemli keşiflerinden biri Denizde İki Yıl
(Two Years At Sea) oldu. Ben Rivers’ın önceki kısa filmleri izleyen
küçük bir grup filmi merakla beklerken, ben bu meraka sahip değildim. Bu
keşif, benim açımdan o kadar değerli bir keşifti ki, film çıkışı ilk
yaptığım şey Ben Rivers’ın eski işlerini bulup, izlemek oldu. Rivers,
tüm filmlerinde bir yönetmen olarak hikayeye olan mesafesini ve bakışı
öyle saygılı kuruyor ki, bu tavrı seyircinin de yönetmene saygı
duymasına sebebiyet veriyor.
Film, İskoçya’da ormanın derinliklerinde izole, uygarlıktan uzak,
münzevi bir hayat süren Jake Williams’ın gündelik yaşayışını anlatıyor.
Denizde İki Yıl, kıyıdan uzaklaşan insanoğlunu kıyıya geri götüren doğa,
döngüye tekrar katılma arzusu ile yanıp tutuşan insan, üzerinde huzurla
uyuyarak süzüldüğümüz su, bakarak ağladığımız ateş, parçası olduğumuz
toprak, insanın iç sıkıntısı ile mücadelesi ve bu mücadele sırasında
öze, doğala sığınması hakkındaki, kısacası doğanın ve tabii ki insanın
özü hakkındaki bir film. Yönetmen, modern toplumda ayrılık acısı yaşayan
insanın kendisini öze teslimiyetini, günümüzde yaygınlaşan dijital
sinemaya arkasını dönerek, sinemanın özüne dönerek yani filmi 16mm.
çekerek anlatıyor. Yönetmenin, anlam yaratan sinemanın değil, anlamın
kendisine evrilen sinemanın peşinden koştuğuna inanıyorum.
Keşif jürisinde bulunan Andréa Picard’ın daha ödüller verilmeden önce
Two Years At Sea hakkında şöyle bir sözü var: “Filmdeki her kare
yaşamla -ve muhteşem natürmort görüntülerle- çatırdıyor ve zaman durmuş
gibi hissedilse de bir saat tıkıtısı cömertçe kendini farkettiriyor. Bir
şekilde Béla Tarr’ın Torino Atı‘nın tam zıttında yer alıyor Two Years
At Sea: Rüzgâr uğultuları yerine kuş sesleri, sıkışmışklık yerine
özgürlük, Nietzscheci çaresizlik yerine nostaljiyle sürükleyen bir
melankoli vaat ederek.”
Ben Rivers, hala analog formatta çalışan bir yönetmen. Bütün
laboratuar işlemlerini kendi mutfağına kurduğu bir düzenek ile yapıyor.
Belki de filmin tek eksik noktası da buradan kaynaklanıyor. Yönetmenin
peliküller üzerindeki etkisi o kadar fazla ki, bir süre sonra insan bunu
gösterişçi bir hareket olarak algılayabiliyor. Bu açıdan filmin belki
de seveceğiniz gösterişçi tarafını kaçırmamak adına, sinemada izlenmesi
daha doğru olacaktır.
Yarışma kapsamında bir araya gelen Yeşim Ustaoğlu, Khaled Abol Naga,
Andrea Picard, Jonathan Cauette ve Mark Adams’tan oluşan jüri, sinemada
cesur hikaye anlatımı, teknik ve tarzda yenilik kriterleriyle Keşif
Bölümü’nde yarışan yönetmenlerden birini ‘İlham Veren Yönetmen’ seçecek.
Bunun yanı sıra Okan Arpaç, Özge Özdüzen ve Ayla Kanbur’dan oluşan
SİYAD jürisi ise bu filmler arasından birine ‘SİYAD En İyi Film’ ödülü
verecek.
!f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin, uluslararası
platformlardan sinemaya değişik kapılar açabilecek yaratıcı genç
yönetmenleri ve bağımsız filmleri İstanbul izleyicisi ile buluşturma
amacına bu sene de ulaştığını açık yüreklilik ile söyleyebilirim.
Festival, her sene olduğu gibi takipçilerine önümüzdeki şubat ayını
merakla beklemek için haklı bir sebep bırakarak sonlandı.
Sonkatilim.com adına yazan; Burak Çevik.
Şubat 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder