Luis Bunuel - Sevdiklerim & Sevmediklerim

Gerçeküstücülük döneminde kendi aranızda iyilik ve kötülüğü, doğru ile yanlışı, güzelle çirkini kesin olarak belirlemek gibi bir eğilimimiz vardı. Okunması gereken kitaplar vardı, okunmaması gereken kitaplar yapılacak şeyler vardı, sakınılması gerekenler de... Bu eski alışkanlıktan esinlenerek bu bölümü oluşturdum. Kendimi kalemimin rasgele akışına bırakarak, öylesine aklıma gelen, hoşlandığım ve hoşlanmadığım birçok şeyi toparladım. Herkese bir gün bunu yapmayı salık veririm.

Fabre'ın Souvenirs Entomologique (Böcekler Üzerine Anılar) kitabına hayranım. Aşırı gözlemleme tutkusu ve canlı yaratıklara duyduğu o sınırsız sevgiden dolayı bu kitap bana eşsiz görünür. Hatta İncil'den de üstün. Uzun bir zaman, ıssız bir adaya giderken yalnız bu kitabı götüreceğimi söyleyip durdum. Şimdi ise fikir değiştirdim: Hiç kitap götürmeyeceğim.
Sade'ı çok sevmiştim. Onu ilk kez yirmi beş yaşındayken Paris'te okumuştum. Bu benim için Darwin'in kitabından da büyük bir şok olmuştu.

Sodome'un Yüzyirmi Günü, ilk kez Berlin'de, o da az sayıda basılmıştı. Bir gün bunlardan birini Roland Tual yayınevinde gördüm. Yanımda Robert Desnos da vardı. Antika değerindeki bu eşsiz kitabı Marcel Proust ve diğerleri de okumuşlardı. Kitabı bana da ödünç verdiler.

O güne kadar Sade hakkında hiçbirşey bilmiyordum. Okuyunca şaşkınlığım müthiş oldu. Madrit'te Üniversitedeyken, uluslararası yazın dünyasının ustalarından Camoens'ten Dante'ye, Homeros'tan Cervantes'e kadar, ilke olarak tüm yazarlar tanıtılmıştı bize. O halde nasıl olmuştu da toplumu her açıdan ele alıp büyük bir ustalıkla ve sistemli bir biçimde inceleyen, geçmişin kültür mirasını değiştirmeyi amaçlayan bu olağanüstü kitabın varlığından haberim olmamıştı! Bu benim için oldukça büyük bir şok olmuştu. Üniversite beni yanıltmıştı. Diğer tüm "ustalar", bir anda gözümdeki tüm değerlerini ve önemlerini yitirmişti. İlahi Komedi'yi yeniden okumayı denedim. Bana şiirsel açıdan dünyanın en güçsüz kitabı gibi geldi, hatta İncil'den bile daha az şiirsel. Ya Lusiades'e ne demeli? Ya Jérusalem délivrée'ye?

Kendi kendime şöyle diyordum: Bütün bunlardan önce Sade okutmalıydılar bana! Ne yararsız kitaplarmış hepsi de!

Ve hemen Sade'ın diğer tüm kitaplarını edinmek istedim. Ama kesin olarak yasaklandıkları için bunlar ancak XVIII. yüzyıldan kalan yayınlar arasında nadiren bulunabiliyordu. Breton ve Elurd'ın beni götürdükleri Bonaparte Sokağındaki bir kitapçı beni Justine için bir sipariş listesine kaydetti, ama hiçbir zaman da bulunamadı o kitabı. Buna karşılık Sodome'un Yüzyirmi Günü'nün özgün metnini ele geçirdim, hatta az kalsın satın alıyordum. Sonunda bu oldukça kalın kağıt tomarını almayı başaran kişi Noailles Vikontu oldu.

Arkadaşlardan La Philosophie dans le boudoir'ı aldım ve hayran oldum. Ayrıca Dialogue entre un prétre et un moribond, Justine ve Juliette'i de aldım. Bu sonuncu kitapta en sevdiğim yer, Juliette ile Papa arasında geçen ve Papanın da onun Tanrıtanımazlığını kabul ettiği bölümdü. Benim de Juliette adında bir kız torunum var ama bu seçimin sorumluluğunu oğlum Jean-Luis'e bırakıyorum.

Breton'da Justine'in bir nüshası vardı. René Crevel'de de... Crevel intihar ettiğinde evine ilk giden kişi Dali olmuştu. Onu Breton ve grubun diğer üyeleri izlemişti. Crevel'in bir kadın arkadaşı da birkaç saat sonra Londra'dan gelmişti. Ölümünü izleyen gürültü-patırtı içinde Justine'in kaybolduğunu ilk farkeden o olmuştu. Biri çalmıştı bu kitabı. Dali mi? Olanaksız. Breton mu? Saçma. Zaten onda bu kitap vardı. Yine de Crevel'in kitaplığını iyi bilen yakınlarından biri olmalıydı kitabı çalan. Kendisinden kuşkulanılmamış biri.

Sade'ın vasiyetnamesinden de çok etkilenmiştim. Küllerinin nereye olursa olsun atılmasını ve insanlığın, tüm eserlerini, hatta adını bile unutmasını istiyordu. Aynı şeyi kendim için de söyleyebilmeyi isterdim. Anma olayı adına yapılan tüm törenleri ve tüm büyük insan heykellerini yapmacık bulurum. Ne işe yararlar ki? Yaşasın unutmak! Saygınlık yalnızca sessizlikte vardır bana göre.

Sade için duyduğum ilgi geçmişte kalmış bile olsa -herşey için duyulan hayranlık geçicidir- bu kültürel devrimi unutamam. Üzerimde yaptığı etki kuşkusuz ki büyüktür. L' Age d'or filminde Sade'dan yapılan alıntılar son derece belirgindir. Maurice Heine bana karşı bir yazı yazarak ölümsüz Marki'nin hiç memnun olmayacağını söylemişti. OrtaDoğu gerçekten de tüm dinlere karşı savaş açmıştı, benim gibi yalnız Hristiyanlık dinine değil yani. Ben de amacımın ölmüş bir yazarın düşüncesine saygı göstermek değil, yalnızca bir film yapmak olduğunu söyledim.

Wagner'i çok severdim ve müziğini ilk filmim Un chien andalou'dan son filmim Cet abscur objet du désir'e kadar birçok filmimde kullandım. Oldukça iyi tanımıştım müziğini.

Yaşamımın şu son yıllarında en büyük üzüntülerimden biri artık müzik dinleyemiyor oluşumdur. Yirmi yıl gibi uzun bir zamandır kulağım artık notaları ayırdedemiyor. Sanki bir kitapta, metni anlaşılmaz duruma getirircesine harflerin birbirleriyle yer değiştirmesi gibi. eğer herhangi bir mucize bana bu yeteneği geri getirebilseydi yaşlılık bana bu kadar zor gelmezdi. O zaman müzik beni ölüme korkusuzca götüren çok hafif bir uyuşturucu gibi gelecekti. Şimdi son çare olarak, o mucizeler yeri Lourdes'u bir ziyaret etmeyi düşünüyorum.

Gençken keman çalardım. Daha sonra Paris'te, iyi kötü biraz da banjo çaldım. Bethowen'i, César Franck'ı, Schumann'ı, Debussy'yi ve daha birçoklarını da severdim.

Gençliğimden bu yana müzikle ilişkim tamamen değişti. Büyük Madrit Senfoni Orkestrasının Saragosa'da konser vereceği birkaç ay önce bize haber verildiğinde bu çok ünlü orkestranın geliş haberi hepimizi büyük sevince boğardı. Daha o andan itibaren bekleyişin tatlı heyecanını duyardık. Bir yandan da hazırlanır, günleri sayar, notaları arar ve bunları mırıldanmaya başlardık. Hele konser akşamı hiçbir şeyle kıyaslanmayacak kadar büyük bir coşkuya kapılırdık.

Bugün ise evimizde otururken dünyanın tüm müzik yayınlarını anında dinlemek için bir düğmeye basmak yeter. Neler kaybedildiğini açıkça görebiliyorum. Ne kazandık? Ne tür olursa olsun tüm güzelliklere erişmekte bana göre her zaman gerekli olan şu üç koşul vardır: Umut, mücadele ve elde etme.

Erkenden yemek yemeyi ve erken yatıp erken kalkmayı severim. Bu konuda İspanyollara tamamen ters düşüyorum.

Kuzeyi, soğuğu, yağmuru çok severim. Bakın, işte bu açıdan İspanyolum. Kurak bir ülkede doğduğum için nemli, sisle kaplı uçsuz bucaksız ormanlardan daha güzel bir şey düşünemiyorum. Çocukken -daha önce de sözetmiştim- İspanya'nın en kuzeyine, San Sebastian'a tatile gittiğim zaman eğrelti otlarından ve ağaç gövdelerindeki yosunların görüntülerinden büyük bir heyecana kapılırdım. Rusya'yı ve çok az tanıdığım İskandinav ülkelerini de severim. Yedi yaşındayken, karla kaplı stepleri aşan Transsibirya ekspresinde geçen, bir-iki sayfalık bir öykü yazmıştım.

Yağmur sesini de çok severim. Bu sesi dünyadaki en hoş şeylerden biri olarak anımsarım hep. Şimdi ancak bir aygıtla dinleyebiliyorum ama, artık aynı ses değil.

Büyük ulusları yağmur doğurur.

Soğuğu gerçekten de severim. Tüm gençliğim boyunca, en dayanılmaz kışlarda bile pardesüsüz, yalnızca bir gömlek, bir ceketle dolaştım. Soğuğun içime işlediğini hisseder, ama direnirdim; bu da bana büyük zevk verirdi. Arkadaşlar bana el sin abrigo (paltosuz) derlerdi. Hatta bir gün benim kar üstünde çıplak bir fotoğrafımı çekmişlerdi.

Bir kış Paris'te Seine Nehri donmaya yüz tuttuğu bir sırada Orsay Garına gitmiştim. Madrit'ten trenle gelecek olan arkadaşım Juan Vicens'i bekliyordum. Soğuk öyle dondurucuydu ki garda peron boyunca koşmak zorunda kalmıştım. Ama bu beni şiddetle zatürreye yakalanmaktan kurtaramadı. Ayağa kalkar kalkmaz, gidip hayatımda ilk kez kalın giysiler satın almıştım.

30'lu yıllarda Pepin Bello ve topçu yüzbaşı Luis Salinas'la kışın sık sık Guadarrama dağlarına giderdik. Gerçeği söylemek gerekirse niyetimiz orada kış sporları yapmak değildi. Bu yüzden barınağımıza varır varmaz büyük bir ateş yakar, elimize de iyi bir şarap şişesi alırdık. Zaman zaman hava almak için kalın sıcak atkılara bürünüp birkaç dakikalığına dışarı çıkardık. Buna bufanda adı verilirdi. Tıpkı Tristana'da Fernando Rey'in yaptığı gibi burnumuza kadar örtünürdük.

Tabii dağcılar, bizim bu hareketimize burun kıvırabilirler.

Sıcak ülkeleri hiç mi hiç sevmem, az önce sözünü ettiğim şeylerin doğal bir sonucu bu tabii. Eğer Meksika'da yaşıyorsam bu bir rastlantıdır. Çölü, kumu, Arap, Hint ve özellikle de Japon uygarlığını sevmem. Bu açıdan devrim adamı sayılmam. Aslında yalnızca içinde yetiştiğim Yunan-Roma-Hristiyan uygarlığını severim.

XVIII. ve XIX. yüzyıllarda İngiliz ve Fransız gezginlerin, İspanya'daki yolculukları anlatan yazılarını her şeyden çok severim. Hazır söz İspanya'ya gelmişken: Macera romanlarını çok severim, özellikle Quevedo'nun Lazarillo de Tormes ve El Buscon'unu, ayrıca Gil Blas adlı kitabı da. Bu son roman bir Fransız'ın, Lesage'ın eseridir, ama XVIII. yüzyılda rahip Isla tarafından o kadar güzel bir şekilde çevrilmiştir ki, kitap adeta bir İspanyol eseri olmuştur. Kanımca bu roman İspanya'nın muhteşem bir betimlemesidir. En az on kez okumuşumdur bunu.

Körleri pek sevmem, çoğu sağır gibi. bir gün Meksika'da yan yana oturmuş iki kör adam görmüştüm. Biri yanındakine masturbasyon yapıyordu. Bu görüntüyü oldukça yadırgamıştım.

Hep denir ki, körler sağırlardan daha mutludur. Acaba öyle mi? Sanmıyorum. Bunun yanı sıra Las Heras adında olağanüstü bir kör adam tanımıştım. On sekiz yaşında gözlerini kaybetmiş ve birçok kez intihara kalkışmıştı. Bunun üzerine anne-babası, odasının pencerelerine kilit takmışlardı.

Bu yeni duruma daha sonra alıştı. 20'li yıllarda onu Madrit'te sık sık görürdüm. Her hafta Gomez de la Serna'nın toplantı yaptığı Café Pombo'ya gelirdi. Biraz yazarlığı vardı. Akşamları sokakta dolaşmaya çıktığımızda bazen o da bize katılırdı.

Paris'te Sorbonne Alanı civarında kaldığım sıralarda bir gün kapım çalındı. Gelen Las Heras'tı. Onu orada gördüğüme çok şaşırmış, hemen içeri almıştım. Bana yeni geldiğini, yalnız kaldığını ve iş için Paris'te olduğunu söylemişti. Fransızcası berbattı. Kendisine otobüse kadar götürüp götüremeyeceğimi sordu. Tabii onunla gittim. Hiç tanımadığı ve göremediği bir kentte tek başına uzaklaşışını seyrettim. İnanılmaz görünmüştü bana bu olay. Kör ama, olağanüstü biriydi.

Dünyanın tüm körleri arasında, hiç sevmediğim biri varsa o da Jorge Luis Borges'tir. Tabii ki iyi bir yazar ama dünya iyi yazarlarla dolu. Zaten iyi bir yazar diye de kimseye saygı gösteremem. Başka nitelikler de gerekli. Altmış yıl önce bir-iki kez karşılaştığım Jorge Luis Borges bana oldukça kasıntı ve pek kendini beğenmiş görünmüştü. Her sözünden bilgiçlik akardı (buna İspanyolca'da sienta catedra denir). Ne bazı sözlerindeki gerici tavrını beğenmişimdir ne de İspanya'yı hor görüşünü. Çoğu kör gibi onun da ağzı iyi laf yapardı. Gazetecilerle konuşmalarında durup durup Nobel Ödülünden sözederdi. Ödülden başka bir şey düşünmediği bundan da belliydi.

İsveç Akademisi, Jean Paul Sartre'a Nobel Ödülünü verdiğinde onun parayı ve ünvanı reddetmesiyle Borges'in tutumunu hep karşılaştırmışımdır. Sartre'ın bu hareketini gazetede okuyunca, hemen kendisine telgraf çekip kutladığımı bildirdim. Çok duygulanmıştım.

Tabii, bir gün Borges'le yeniden karşılaşırsam hakkındaki düşüncemi belki de değiştiririm.

Ne zaman körleri düşünsem Benjemin Péret'nin şu sözünü (onu da aklımdan söyleyeceğim) anımsarım: "Mortadelle'yi körlerin keşfettiği doğru değil mi?" Soruyla dile getirilen bu gerçek benim için İncil'in varlığı kadar açık ve gerçektir. Doğal olarak birçokları Mortadelle ile körler arasındaki bu bağlantıyı saçma görebilirler. Bu benim için gerçeği bir çırpıda ve ilk bakışta anlaşılmaz biçimde ortaya serdiği ve tümüyle akıl almaz sözün büyüleyici bir örneğidir.

Bilgiçlikten ve bilimsel jargondan tiksinirim. Cahiers du Cinéma'daki bazı yazıları okurken kahkahalarla güldüğüm çok olmuştur. Bir gün fahri başkanı olduğum Meksiko City'deki Centro de Capacitacion cinematografica adlı yüksek sinema okuluna davet edilmiştim. Bene üç-dört profesörle tanıştırdılar. Aralarında kılık kıyafeti yerinde, efendi, mahcubiyetinden kızaran genç bir adam vardı. Branşının ne olduğunu sordum. Şöyle yanıtladı: "Klonik göstergebilimi." Onu oracıkta öldürebilirdim.

Paris'e özgü tipik bir tavır olan bilimsel jargon, azgelişmiş ülkelerde üzücü boyutlara ulaşmaktadır. Bu, kültürel sömürgeciliğin çok açık bir örneğidir.

Steinbeck'e hiç tahammül edemem; özellikle Paris'te yazdığı bir yazı yüzünden. Ciddi ciddi şunları anlatmıştı: Küçük bir erkek çocuk, elinde baton ekmekle Elysé Sarayının önünden geçerken, elindeki ekmeği tüfek gibi tutarak askerlerin karşısında selam durmuş. O da çocuğun bu hareketinden çok "duygulanmış". Bu yazıyı okuyunca müthiş bir öfkeye kapıldım. İnsan nasıl bu kadar utanmaz olabilirdi.

Amerikan topları olmasaydı Steinbeck bir hiç olurdu. Dos Passos ve Hemingway'i de aynı kefeye koyuyorum. Eğer Paraguay'da ya da Türkiye'de doğmuş olsalardı kim okurdu acaba onları? Yazarların büyüklüğüne o ülkenin gücü karar verir. Romancı Galdos, Dostoyevski denginde bir yazardır. Ama onu İspanya dışında kim tanıyor?

Romen ve gotik sanatları da severim, özellikle Segovia ve Tolédo'daki katedralleri. Bu kiliseler başlı başına birer dünyadırlar.

Fransız katedrallerinin sadece mimari biçimlerden gelen donuk güzelliklerinden başka bir özellikleri yoktur. Bana göre İspanya'daki kiliselerle kıyaslanması mümkün olmayan şey, mihrabın gerisindeki süslü oymalı arkalıktır. Sonsuz gibi uzayıp giden girintili çıkıntılı bir görüntü karşısında, insan barok süslemenin o incelen kıvrımlarında düşler içinde yitip gidiyor.

Manastırları, özellikle de El Paular Manastırını çok severim. Tanıdığım tüm unutulmaz yerler -İspanyolca'da lugares entranables denir- içinde burası beni en çok etkileyen yerlerden biridir.

El Paular'da çalışırken Carriére ile hemen her gün saat beşte oraya gidip düşüncelere dalar kalırdık. Bu, oldukça büyük, gotik bir manastırdı. Burası sütunlar yerine, ahşap panjurları kapalı duran, sivri kemer biçimli yüksek pencereleriyle birbirinin benzeri yapılarla çevriliydi. Çatıları Romen tuğlalarıyla kaplıydı. Pencere kepenkleri kırıktı ve otlar duvarlardan fışkırırdı adeta. Çevredeki sessizlik geçmişi anımsatıyordu bana.

Manastırın ortasında beyaz taşlarla kaplı gotik bir yapının üstünde bir "ay saati" vardı. Keşişler bunu az bulunur bir şey ve gecelerin simgesi olarak görürlerdi.

Eskimiş şimşir çitler yüzyıllık servi ağaçları arasında uzanıp gidiyordu.

Oraya her gidişimizde yan yana duran üç mezar dikkatimizi çekerdi. Bunlardan en büyük olan birincisi, XVI. yüzyıldan beri, manastırın başkeşişlerden birinin bedenini barındırıyordu. Kendisi sevilen, sayılan biri olmalıydı.

İkinci mezarda ana-kız iki kadın yatıyordu. Manastırın birkaç yüz metre ötesinde bir araba kazasında ölmüşlerdi. Kimse cesetlerine sahip çıkmadığı için bunları manastıra gömmek zorunda kalmışlardı.

Üzeri kuru otlarla kaplanmış basit bir taştan yapılma üçüncü mezarda ise bir Amerika'lı adı yazılıydı. Keşişlerin anlattığına göre burada yatan adam, Hiroşima'ya atom bombası atıldığı dönemde Truman'ın danışmanlarından biriymiş. Bu felakette sorumluluğu olanlardan çoğunun, örneğin Amerika'lı pilotun da başına geldiği gibi bu adam da sinir krizi geçirmiş. Ailesini, işini, ülkesini terkedip Fas'ta bir süre kayıplara karıştıktan sonra oradan da İspanya'ya gelmiş. Bir akşam manastırın kapısını çalmış. Bitkin durumda olduğunu görünce keşişler onu içeri almışlar. Bir hafta sonra da ölmüş.

Keşişler bir gün Carriére'i ve beni -bitişik bir otelde kalıyorduk- gotik tarzı yemekhanelerinde öğle yemeğine davet ettiler. Kuzu eti ve patatesle çok güzel bir yemekti bu ve yemek boyunca da konuşmak yasaktı. Bir Benediktin çok eski dönem yazarlarından birine ait dini bir eser okuyordu. Ama yemekten sonra televizyonlu odaya geçtik. Orada bize sunulan kahve ve çikolatadan sonra bol bol gevezelik ettik. Çok sade insanlar olan bu keşişler, peynir ve cin imal ediyorlardı. Vergisini ödemedikleri için cin sonradan yasaklanmıştı onlara. Pazar günleri de turistlere kartpostal ve oymalı bastonlar satıyorlardı. Başkeşiş filmlerimin o şeytani ününü duymuştu; ama bu konuda yalnızca gülümsemekle yetinmişti. Bana neredeyse kendini bağışlatmak ister gibi, hiç sinemaya gitmediğini açıkladı.

Basın fotoğrafçılarından, nefret ederim. El Paular yakınlarındaki bir sokakta gezinirken içlerinden ikisi, yalnız kalmak istememe rağmen başıma üşüşmüş ve beni soru yağmuruna tutmuşlardı. Onların icabına bakmak için oldukça yaşlıydım. Yanımda silah olmadığına çok hayıflanmıştım o gün!

Dakikliği severim. Aslına bakarsanız bu bende bir saplantı halindedir. Yaşamımda bir kez bile olsun geç kaldığımı anımsamıyorum. Eğer erken gidersem, vakit geçinceye kadar oralarda biraz gezinirim.

Örümcekleri hem severim hem de ürkerim onlardan. Bu, bende kız ve erkek kardeşlerimle paylaştığım tuhaf bir saplantıdır. Aynı anda hem çekici hem de itici bir duygu. Aile toplantılarımızda örümcekten saatlerce konuştuğumuz olurdu. Oldukça ürkütücü ve alabildiğine ayrıntılı tanımlamalar yapardık.

Barlara, alkole ve tütüne bayılırım. Ayrıca bu benim için öyle önemli bir konu ki, bir bölümü tümüyle bunu anlatmaya ayırdım.

Kalabalıktan nefret ederim. Altı kişiden fazla her topluluk benim için kalabalık sayılır. Çok daha büyük insan topluluklarına gelince, Weegee'nin bir Pazar günü Coney adasındaki plajı gösteren o ünlü fotoğrafını anımsıyorum. Bu tür görüntüler beni tam anlamıyla dehşete düşürür.

Küçük aletleri severim: Pense, makas, tornavida, büyüteç gibi. bunlar diş fırçası gibi her zaman her yere yanımda götürdüğüm şeylerdir. Bunları özenle bir çekmeceye koyar ve yeri geldiğinde kullanırım.

İşçileri severim ve onlara hayranlık duyarım. Ve onların becerikliliğine imrenirim.

Kubrick'in Path of Glory'sini, Fellini'nin Roma'sını, Ayzenştayn'ın Potemkin Zırhlısı'nı, Marco Ferreri'nin La Granda bouffe'unu çok severim. La Grande bouffe, bence hedonizmin bir anıtı, tensel isteklerin büyük bir trajedisi, bir baş yapıtıdır. Jacques Becker'in Goupi-mainsrouges ve René Clément'ın Jeux Ihterdits filmini de beğenirim. Daha önce de söylediğim gibi Fritz Lang'ın bütün filmlerini severim. Buster Keaton'ı ve Marx Brothers'ı da çok severim. Potocki'nin romanı ve Has'ın filmi olan La Monuscrit trouvé â Saragosse filmini üç kez görmüştüm, ki bu benim için olağandışı bir şeydir. Bu filmi Alatriste'nin Meksika için Simon del desierto filmi karşılığında satın almasını sağlamıştım.

Renoir'in savaş öncesi filmlerini, Bergman'ın Persona'sını da çok beğenirim. Fellini'den de La dolce vita'yı severim. I Vitelloni'yi hiç göremedim ve buna hala çok üzülürüm. Buna karşılık Cassanova filmini seyrederken sonunu beklemeden çıkıp gitmiştim.

Vittorio de Sica'nın Sciuscia'sını, Umberto D ve Ladri di biciclette filmlerini çok beğenirim. Bu filmde de Sica, bir iş aletini filmin yıldızı yapma başarısını göstermişti. Kendisini iyi tanırım ve çok yakınlık duyarım.

Eric von Stroheim'ın ve Sternberg'in filmlerini de severim. Underworld bana o dönemde muhteşem gelmişti.

From Here to Eternity filminden nefret etmişimdir. Milliyetçi ve askeri unsurlar içeren bir melodram; ama ne yazık ki büyük bir başarı kazandı.

Vajda'ya ve filmlerine çok değer veririm. Onunla hiç karşılaşmadım, ama uzun zaman önce Cannes Film Festivalinde, film yapma isteğinin benim ilk filmlerimle uyandırdığını açıklamıştı. Bu da aynı benim Fritz Lang'ın ilk filmlerine duyduğum hayranlığı anımsatıyor. Bu filmler yaşamımı çok etkilemişti. Bir ülkeden diğerine, bir filmden bir başkasına durmaksızın gidip gelen bu gizemli akışta beni etkileyen bir şeyler vardı. Vajda bir de bana "Çırağınız" diye esprili bir biçimde yazıp imzaladığı bir kart göndermişti. Bu hareketi, gördüğümde, bende büyük bir hayranlık uyandıran filmlerinden çok daha fazla duygulandırmıştı beni.

Jean Vigo'nun Atalante'si ve Clouzot'nun Manon'u da çok güzeldi. Çekim sırasında Vigo'yu ziyaret etmiştim. Bu ziyaretten fizik olarak çok güçsüz, çok genç ve kibar bir adamın anısı kaldı bende.

Sevdiğim filmlerin arasında Death of Night adlı İngiliz filmini de saymak isterim. Bu, birçok dehşet öyküsünün, tadına doyulmaz bir güzellikle bütünleştirildiği bir filmdir. White Shadows of the South Seas'i Murnau'nun Tabu'sundan çok daha üstün bulmuştum. Fazla tanınmayan, ama şiirsel ve büyüleyici bir anlatım olan ve Jennifir Jones'un oynadığı Portrait of Jenny'ye hayran kalmıştım. Bir yerde, bu filme duyduğum hayranlıktan sözetmiş olmalıyım ki, David O. Selznick bana bir teşekkür mektubu yazmıştı.

Rosselini'nin Roma, citta aperta filminden hiç hoşlanmadım. Bitişik odada işkence gören direnişçi ile kucağında genç bir kadın, şampanya içen Alman subayı arasındaki çelişkinin veriliş biçimi son derece ucuz gelmişti.

Benim gibi Aragon'lu olan ve uzun bir zamandır tanıdığım Carlos Saura'nın (Llonto por un bandido filminde beni cellat rolünde oynatmayı bile başarmıştı) La caza ve La prima Angelica filmlerini çok sevdim. Bana göre çok önemli bir sinemacıdır, tabii Cria cuervos gibi birkaç örnek dışında... Son iki veya üç filmini görmedim. Artık hiçbirşey seyretmiyorum zaten.

John Huston'un San Jose Purua yakınlarında çevrilen The Treasure of the Sierre Madre filmini beğenirim. Huston büyük bir yönetmen, çok içten bir insandır. Nazarin'in Cannes'da gösterilmesi büyük çapta onun sayesinde olmuştur. Filmi Meksika'da gördüğü gün, tüm bir sabahını, telefon başında Avrupa'yı arayarak geçirmişti. Bunu hiç unutamam.

Gizli geçitleri de severim. Sessizliğe açılan kitaplıkları, karanlıklara gömülü merdivenleri, gizli çekmeceleri (benim evimde bir tane var, ama nerede olduğunu söylemeyeceğim)...

Silahları ve nişan alıp ateş etmeyi severim. Altmış beş kadar tabancam ve tüfeğim var, ama 1964'de büyük bir kısmını sattım bu koleksiyonumun. Çünkü nedense o yıl öleceğimi sanmıştım. Hemen her yerde atış yaptım, hatta çalışma odamda bile. Kitaplarımın rafları arasına yerleştirdiğim özeli bir metal kutuyu kullanırdım bu iş için. Kapalı bir odada ateş etmemeli. Saragosa'da bir kulağımı böyle yitirmiştim.

Reflekslerim çok güçlüdür. Bu yüzden hızlı ateş etmede üstüme yoktur. Yürürsünüz ve ansızın dönüp bir gölgeye ateş edersiniz; biraz da kovboy filmlerinde yapıldığı gibi...

Şişli bastonları severim. Yarım düzine kadar böyle bastonum vardır. gezintiye çıktığımda güven verirler bana.

İstatistiklerden hoşlanmam. Çağımızın yaralarından biridir bu. Böyle bir dökümle karşılaşmadan bir gazete sayfası bulup okumak mümkün değil. Üstelik hepsi de yanlıştır, inanın. Aynı şekilde, adların yalnızca baş harflerinin kullanılmasından da hoşlanmam. Çağımızın bir başka tutkusu da budur. Tabii ki Amerikan kaynaklı. XIX. yüzyıl metinlerinde böyle kısaltmalara asla rastlanmaz.

Kara yılanları, özelikle de sıçanları severim. Tüm yaşamım boyunca, son yıllar hariç, sıçanlarla birlikte yaşamışımdır. Onları tümüyle evcilleştiriyor, çoğu zaman da kuyruklarının ucunu kesiyordum: Çok çirkin bir şeydir sıçan kuyruğu. Sıçan, çok ilginç ve sevimli bir hayvandır. Meksika'dayken bir ara kırk kadar sıçanım olmuştu, sonunda hepsini dağlara götürüp serbest bıraktım.

Hayvanların canlı canlı kesilmesinden müthiş tiksinirim. Öğrenciyken bir keresinde bir kurbağayı bağlayıp bir usturayla canlı canlı ikiye kesip, kalbinin çalışmasını incelemek zorunda kalmıştım. Bu, benim için çok etkileyici bir deneydi; ama aslında son derece anlamsızdı. Bugün bile kendimi bağışlayamıyorum. Yeğenlerim arasında birini çok beğenirim. Kendisi Amerikalı büyük bir nörolog idi. Nobel Ödülü'ne giden yoldayken bu diri açım yüzünden araştırmalarını bir süre için askıya aldı. Bazı durumlarda bilime, olmaz olsun diyebilmeli insan.

Rus yazınını da severim. Paris'e ilk geldiğimde bu konuyu Breton ve Gide'den bile daha çok biliyordum. Şurası muhakkak ki İspanya ve Rusya arasında yerüstünden ya da yeraltından geçen gizli bir iletişim var.

Operaya gitmeyi çok severim. On üç yaşımdan beri babam sık sık götürürdü beni. İtalyan operalarından Wagner'inkilere kadar çoğunu gördüm sayılır. İki sefer opera metinlerine öykündüğüm olmuştu. Los Olvidados'da Rigoletto'dan (çanta sahnesinde) ve Los ambiciossos'da ise Tosca'dan esinlendim.

Bazı sinemaların dış cephelerinden nefret ederim. Hele İspanya'dakilerin. Bazıları iğrenç diyebileceğim kadar gösterişli oluyorlar. Bundan utanç duyuyorum ve adımlarımı sıklaştırıp bir an önce oradan uzaklaşmaya bakıyorum.

İspanyolca pastelazo denen kremalı turtaları pek severim. Çoğu kez filmlerimin birine, böyle bir pastelazo sahnesi koymayı düşünmüşümdür. Ama son anda da hep vazgeçmişimdir. Yazık!

Kıyafet değiştirmeye bayılırım. Hem de çocukluğumdan bu yana. Madrit'te rahip kılığına girip sokaklarda dolaştığım çok olmuştur (beş yıl hapis cezası vardı). İşçi kılığına da girerdim. Tramvayda kimse yüzüme bile bakmazdı. Sanki yokmuşum gibi davranırlardı.

Gene Madrit'te arkadaşlarımdan biriyle paletos, serserileri, kabadayıları oynamayı pek severdik. Bir meyhaneye girer, patroniçeye göz kırparak derdim ki: "Arkadaşıma bir muz verin. Göreceksiniz ne olacak!" O da muzu alır kabuğunu soymadan yerdi.

Gene bir gün subay kılığına girmiş giderken yolda beni selamlayan iki topçu erini iyice haşlamış ve karakola göndermiştim. Yine bir başka gün, Lorca ile birlikte, kılık değiştirmiş olarak yürürken, o sıralar çok ünlü olan ve genç yaşta ölen bir ozanla karşılaşmıştık. Federico birden hakaret etmeye başladı ona. Ama o bizi tanıyamadı bile.

Çok sonraları, Meksika'da bir gün, Louis Malle'nin Viva Maria'sını çektiği Churobusco Stüdyolarına gittim. Herkesçe tanındığım için, başıma bir peruk geçirmiştim.

Louis Malle ile karşı karşıya geldiğimde beni tanıyamadan yanımdan geçip gitti. Ne teknisyenler ne daha önce film çevirdiğim Jeanne Moreau ne de filmin asistanı olan oğlum Jean-Louis; hiç kimse beni tanıyamadı.

Kılık değiştirme olayı, çekinmeden salık verebileceğim çok ilginç bir deneydir. Bu, başka bir yaşamı görme olanağı sağlar bize. Sözgelimi, işçi kılığındaysanız, size en ucuz kibriti uzatırlar hemen. Hep önünüze geçmeye çalışırlar. Kızlar yüzünüze bile bakmaz. Dünya sizin için değildir sanki.

Büyük yemek davetlerinden ölesiye nefret ederim. Bir de ödül törenlerinden. Böyle anlarda gülünç olaylar olur çoğu kez. 1978'de Meksika'da, Kültür Bakanı bana Ulusal Sanat Ödülü vermişti. Bu çok güzel altın madalya üstüne Bunuelos adı kazınmıştı. İspanyolca "yağda kızarmış börek" anlamına gelir. Gecenin ancak sonuna doğru düzeltildi.

Bir başka sefer de, New York'taki müthiş bir yemek davetinin sonunda, canlı renklerle boyanmış, parşömen kağıdından bir belge vermişlerdi bana. Üstünde de "çağdaş kültürün gelişmesine sonsuz katkılarda bulunduğum" yazılıydı. Ne yazık ki "sonsuz" sözcüğüne bir yazım hatası karışıvermişti. Bunu da düzeltmek gerekmişti.

Bazen de, sözgelimi San Sebastian'daki festivalde bilmem kime "saygı" dolayısıyla, milletin karşısına çıkıp boy gösterdiğim de olmuştur. Bundan çok üzüntü duyuyorum. Teşhircilik Clouzot'yla doruk noktasına varmıştır. Bir gün gazetecileri çağırıp onlara din değiştirdiğini bildirmesi gibi...

Bildiğim, alıştığım yerleri, düzenliliği severim. Toledo veya Segovia'ya gittiğimde hep aynı yolu izlerim. Aynı yerlerde dururum, etrafı seyrederim ve aynı şeyleri yerim. Uzak bir ülkeye yolculuk önerisi yapıldığında, sözgelimi Yeni Delhi'ye, şöyle diyerek reddederim: "Peki, öğleden sonra saat üçte ne yaparım Yeni Delhi'de ben?"

Fransa'da yapıldığı şekliyle yağda ringa balığını, Aragon'da yapıldığı şekliyle de sardalye'yi çok severim, özelle de zeytinyağında sarımsak ve kekikle salamuralandırılmış haliyle. İsli somun balığını ve havyarı da severim. Ama genellikle sade bir yemek anlayışım vardır. yemekten pek anlayan biri değilimdir. Tavada iki yumurta, tüm Longoustes a la reine de Hongrie'den ve diğer Timbales de Coneton Chambord'dan, çok daha lezzetli gelir bana.

Haber çokluğu da sıkar beni. Dünyada, gazete okumaktan daha iç karartıcı bir şey yoktur. Bir diktatör olsaydım, basını sınırlayıp bir tek günlük gazete ve bir tek dergiye indirir, ikisini de sıkı sıkıya denetlerdim. Ama bu denetimi sadece haberlere uygular, düşünceyi özellikle özgür bırakırdım. Sansasyona yönelik haberler bir utanç konusudur bence. Müthiş puntolar, heyecan yaratan başlıklar -ki Meksika'da rekor seviyesindedir- midemi bulandırır benim. Bayağılık üstüne kurulu tüm bu ünlemlerin hepsi de satışı biraz daha arttırmak içindir. Neye yararlar ki? Üstelik bir haber diğerini izler durmaksızın...

Sözgelimi bir gün Cannes Festivalinde, Nice Matin'de oldukça ilginç bir haber okumuştum, en azından benim için: Montmartre'de Sacre Coiur'ün kubbelerinden birini havaya uçurma girişiminde bulunulmuş. Ertesi gün bu saygısızca hareketi yapanları tanımak, bunun nedenlerini ve kaynağını öğrenmek amacıyla aynı gazeteyi satın aldım. Aradım, baktım, bir tek sözcük bile bulamadım. Bir uçak kaçırma olayı Sacre Coeur'ü harcamıştı. Bundan bir daha da sözedilmedi.

Hayvanları incelemeyi severim. Özellikle de böcekleri. Ama onların fizyolojik hareketleri ya da anatomik özellikleri beni pek ilgilendirmez. Hoşuma giden şey onların hareketlerini izlemektir.

Geçliğimde ava çıktığıma çok pişmanım.

Gerçekleri saklayanları da sevmem. Kim olurlarsa olsunlar. Bu beni ürkütür ve çok canımı sıkar. Bağnazlığa karşıyım ben -bağnaz bir şekilde!

Psikolojiyi, çözümlemeyi ve ruh çözümünü sevmem. Ruhçözümcüler arasında çok değerli dostlarım var elbet. Hatta bazıları kendi açılarından filmlerim hakkında yorum da yazmışlardır. Bunu yapmakta özgürler tabii. Şu da var ki Freud'un kitapları ve bilinçaltının gün ışığına çıkarılması, gençliğimde bana çok şey kazandırmıştır.

Bununla birlikte nasıl ki psikoloji çoğu kez keyifli, insan davranışı tarafından yalanlanan ve kişileri yaşama bağlamada yararsız gibi görünen bir bilim koluysa, ruh çözümü de, benim ait olmadığım bir toplum kesimine yönelik bir tedavi biçimi gibi geliyor bana. Uzun laf etmek yerine bir örnekle yetinmek daha iyi olacak.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, New York'ta Modern Sanatlar Müzesi'nde çalışırken, aklıma şizofreni üstüne bir film yapmak gelmişti. Kökeni, gelişimi, tedavisi gibi...Müzede arkadaşım Profesör Schlesinger'le konuştum. Bana dedi ki: "Chicago'da çok iyi bir Ruh çözümü Merkezi var. Ünlü doktor Alexandre tarafından yönetiliyor. Freud'un da yandaşıdır. Onun yanına gidebiliriz."

Böylece Chicago'ya geldik. Son derece lüks bir binanın üç-dört katı bu merkeze ayrılmıştı. Alexandre bizi kabul etti ve şöyle dedi: "Devletin para yardımı bu yıl sona eriyor. Bunun yenilenmesi için bir şeyler yapmak bizi çok memnun edecek. Tasarınız bizi ilgilendiriyor. Kitaplığımız ve doktorlarımız emrinizdedir."

Jung, Un chien andalou'yu görmüş ve filmde dementia precox'un iyi bir örneğini bulmuştu. O zaman Alexandre'a filmin bir kopyasını göndermeyi önerdim. Çok memnun oldu.

Kitaplığa gitmek istedim. Ama yanlış bir kapıyı açmışım. O kısa sürede, divanda yatan çok şık bir kadını görebilecek kadar zamanım oldu. Bir tedavi seansındaydılar. Doktor öfkeyle yaklaşırken kapıyı kapadım hemen.

Biri bana bu merkeze, sadece milyonerlerle eşlerinin gittiğini söyledi. Sözgelimi bu kadınlardan biri, bankadan para çalmıştır. Kasiyer hiçbirşey söylemeyip gizlice kocasına haber verir, kadın da ruhçözümüne gönderilirmiş.

New York'a geri döndüm. Bir-iki gün sonra Dr. Alexandre'dan bir mektup geldi. Un chien andalou'yu, Endülüs Köpeğini görmüş. Mektubunda, "korkudan ölecek gibi oldum, dehşete düştüm" diyordu. (Bunlar kelimesi kelimesine doğru.) Artık Bunuel diye biriyle yüzyüze gelmek bile istemiyordu. Sadece şunu soracağım: Bu bir doktor, bir ruhçözümcü dili midir? Bir filmden dehşete kapılan kişiye insan yaşamını anlatmaya gidebilir mi? Bu ciddiyetle bağdaşır mı?

Şizofreni üstüne yapmayı düşündüğüm filmi asla yapmadığımı söylememe gerek yok herhalde!

Bazı tuhaf alışkanlıklardan hoşlanırım. Kitabın birçok yerinde de sözünü ettiğim gibi böyle alışkanlıklarım vardır. Bunlar yaşamamıza yardım ederler. Az ya da çok, bu tür alışkanlıkları olmayan insanlara acıyorum doğrusu...

Yalnızlığı da severim. Yeter ki, bir dostum gelip ara sıra bundan sözetsin.

Meksika şapkalarından son derece nefret eder, tiksinti duyarım. Yani şöyle demek istiyorum: Düzenli ve resmi her türlü folklardan nefret ederim. Ama kırsal kesimde sık sık karşılaştığım Meksika Charro'ları hoşuma gider. Katlanamadıklarım, üstü parıltılı süslerle kaplı ve daha geniş olan o şapkalarla gece kulüplerinin sahnelerinde gördüklerimdir. Aynı şeyi Aragon dansı için de düşünüyorum.

Cüceleri çok severim. Kendilerine duydukları güvene hayranım. Çok zeki ve sevimli buluyorum onları. Birlikte çalışmaktan da çok hoşlanıyorum. Aralarından çoğu da göründükleri gibidir. Tanıdıklarımın hiçbirinde alışılmış insan görüntüsüne özlem duyduklarına tanık olmadım. Ayrıca son derece sağlıklı cinsel yaşamları vardır. Nazarin'de rol almış olan cücenin Mexico City'de normal boyda iki sevgilisi vardı. Her ikisiyle de sırayla görüşürdü. Bazı kadınlar cüceleri severler. Belki de onları hem bir sevgili hem de bir çocuk olarak gördüklerinden...

Cenazelerin tumturaklı törenlere dönüşmesinden hoşlanmam. Ama aynı zamanda da ilgimi çeker.

Meksika'da bir tür mezarlıkta yeralan ve toprağın özelliğinden şaşırtacak kadar iyi korunmuş Guanajuato mumyaları çok etkilemişti beni. Kravatlarını, düğmelerini, hatta tırnaklarının altındaki morlukları bile görebilirsiniz. Elli yıl önce ölmüş bir dostumuzu sanki selamlamaya gelmişsiniz gibi hissedersiniz kendinizi.

Arkadaşlarımdan biri, Ernesto Garcia, Saragosa Mezarlığının idarecisinin oğluydu. Bu mezarlıkta sayısız ceset, duvardaki oyuklara yerleştirilmişti. 1920 yıllarında, bir sabah işçiler yer kazmak için bazı oyukları açmışlar. Ernesto, bir rahibenin iskeletini görmüş. Elbisesinin yırtık parçaları hâlâ üstündeymiş. Bir de çingeneye ait bir iskelet varmış. Bastonuyla birlikte yere yuvarlanmış ve bir kemik yığını halinde kalmış orada.

Reklamdan nefret ederim. Ve bundan da kaçınmak için elimden geleni yaparım. İçinde yaşadığımız toplum, tümüyle reklama yönelik bir toplumdur. Bana hemen şöyle sorulacaktır tabii: "Öyleyse bu kitap nedir?" İlk önce hemen şunu söylerdim: Tek başına olsaydım bu kitabı kesinlikle yazmazdım. Sonra da şunu eklerdim: Tüm yaşantım son derece rahat bir şekilde geçti. Çok sayıda çelişki içinde yaşadım. Ama bunları azaltmak için de hiçbir çaba göstermedim. Bunlar benim bir parçamdır. Hem yapımın doğasından gelen hem de sonradan oluşan çelişkili dünyamın bir parçasıdır.

Temel yedi günah içinde çekememezlik, gerçekten de nefret ettiklerimin başında gelir. Diğerlerinin hiçbirisi bir başkasını inciten bir günah değildir. kişiseldir, daha çok. Bazı öfke anlarının dışında tabii. Ama çekememezlik, zaman zaman mutsuz olduğunu görüp de bundan mutluluk duyduğumuz bir insanın, ölümünü istemeye kadar bizi götürebilecek tek günahtır.

Şöyle bir olay varsayalım: Los Angeles'li bir mültimilyoner her gün, kendi halinde bir postacının getirdiği bir gazete almaktadır. Günün birinde adam ortalıkta görülmez. Milyoner bu yokluğun nedenini uşağına sorar. Uşağı da onun piyangodan on bin dolar kazandığını ve artık gelmeyeceğini söyler.

O zaman mültimilyoner postacıdan ölesiye nefret etmeye başlar. On bin dolar için adamı kıskanır, hatta ölümünü isteyecek hale gelir.

Çekememezlik, İspanyollarda çok görülen, baş özelliklerden biridir.

Politikayı sevmem. Kırk yıl oluyor ki, politikanın her tür dalaveresinden sıyırdım kendimi. Artık inanmıyorum buna. İki üç yıl önceydi. Madrit sokaklarında, solcu göstericilerin elinde taşıdıkları pankartta şu sloganı okuyunca irkilmiştim: "Franko'ya karşı birlikte olduğumuzda güçlüydük."

(Luis Bunuel, Son Nefesim, Afa Yayınları: 25, Eylül, 1986)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder