"İnsanı allah yaratmadıysa, o niye yalnız allaha teslim olunca mutlu
oluyor? İnsanı allah yarattıysa, niye insan ona isyan ediyor?”
-Blaise Pascal
Nerden bilebilirdik, bir psikiyatristin şizofren hastasıyla
görüşürken aslında hastanın psikiyatrist, psikiyatristin de hasta
olmadığını? Nasıl böyle emin olabilirdik? Veyahut bir konsomatris diye
siyaset bilemeyeceğine nasıl kanaat getirebiliyorduk?
Hiç ummadığım anda beni belimden sarıp, dünyanın en güzel raksını
etmemiş miydik? İşte o günden beri hiçbir konuda emin olamıyorum. Kimin
kim olduğunu çözemiyorum. Yıllarca tanıdığımı sandığım insanları
tanımıyorum. Hiç tanışmadığım suratları ise öyle iyi tanıyorum ki
-gülümseyişime karşılık vereceklerini, veya uzun süre gözlerimi onlara
dikince kafalarını kaldıracaklarını biliyorum.-
aslında “Bu kadar her şeye anlam yükleme” adlı kronik hastalığımdan
kurtulabilsem sorun kalmayacaktı. Ne demişti Dostoyevski, her şeyi
fazlasıyla anlamak hastalıktır. Hastalıklı ruhlarımız vardı, günlerce
yataktan çıkmayan, sürekli kafasında kurup-yazan. Komşu kadınların
acizliğimize üzüldüğü, hoca çağırıp okuttuğu kişilerdik. Bu kadar modern
insan olmamalıydık, belki bir parça düşünmeyi bırakmalıydık ya da hayal
aleminin varlığını unutmalıydık. Lakin rüyalar vardı bu sefer de. Onları
engelleyemezdik. Uyumadan önce 3 kulfü 1 elham okusak da görmemek için,
yine giriyordu o çocuk rüyalarıma ve fısıldıyordu kulağıma.
İşte böyle geçen günlerde içimi kemiren anlamsız anlamlar vardı. Duygular tatmin olmuyor, ruh inciniyor, akıl tedirginlikler içinde
kıvranıyor, yemekler iğrenç geliyor, yaşam ağır bir yüke dönüşüyordu. Bütün her şey bir çırpıda yok oluveriyordu.
Hayır, intihar düşüncelerim yoktu. Aksine hayatı çok seviyordum. Müptelası olduğum zevkler, iyi ki benim dediğim şeyler vardı. Sadece
kime sarılacağımı bilmiyordum.
Bu süre zarfında yalnızlık ile uzun süre aynı çatıyı paylaştık. Aynı
yatağı kullandık, aynı kenarı kırık bardaktan su içtik. Merak edip bir
keresinde bedenlerimizi keşfe çıktık. Televizyonda açmaya bir türlü
elimizin gitmediği, yanlışlıkla açınca da yüreğimizin hopladığı
alelacele değiştirdiğimiz kanalı açtık. Soyunan insanları seyrettik. Onları taklit etmeye çalıştık. Yetinemedik bununla, farklı heyecanlar
aradık. Tatlarımıza baktık, kokularımızı çektik içimize. Yalandık
durduk. Baktık ki olmadı… Yalnızlık benim için bilindik bir coğrafyaydı. Görmediğim ovası, basıp geçmediğim yolu kalmamıştı. Tanıdık toprakların
insana huzur veren bir yanı vardır ama ben hep burdan uzaklara
gitmenin hayalini kurardım.
Ve çekip gittim de. Peşimden gelmeyecek birini terk ettiğim için
mutluydum. Fakat bilmiyordum ki o benim bir parçamdı. Onu terk etmek,
kendimden vazgeçmekti. Sonradan anladım bazı şeyleri. Yalnızlık benim allahımdı. Her şeyini biliyordum kendimce -burda da
apaçık yanılmıştım, allahın her şeyini bilemezdim.- her şeyi yaşamıştım
onunla. Hep yanımdaydı, ne ilerimde ne gerimde. Ondan kaçıp kurtulmak da
biçare bi çareydi. İsyanlarım ancak sokaktaki insanlara hızla bir yere
yetişiyormuş gibi yürüyerek çarpmalarım gibiydi. Anlık ve darbeli. Ama onunlayken mutluluk duyuyordum. Kimse ruhumu bu denli
ısıtmıyordu. Hiçbir uyku bu kadar lezzetli olmuyordu. elimde olsa zamanı
durdururdum dediğim anlar yalnız bunlardı.
Bununla birlikte her şeyi fazlaca anlamıştım. Ve evet, bu şüphesiz
bir hastalıktı. Ama nerden bilebilirdik, bir psikiyatristin şizofren
hastasıyla görüşürken aslında hastanın psikiyatrist, psikiyatristin de
hasta olmadığını? Nasıl böyle emin olabilirdik?
En sonunda gittim, bir ağaca sarıldım.
18 Aralık 2011, İstanbul - Aylin Şahin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder