Haldun Taner - Ablam

Eski bir stilo mu daha iyi yazar, yenisi mi? Neden kemanın çok çalınmışı daha makbul oluyor? Otomobilden anlayanlara sorun, size motorun ancak iki yüz-iki yüz elli kilometreden sonra
açıldığını söyleyeceklerdir. İşte tıpkı bunun gibi kadınların da...

Yok, hayır; genç bir kadının portresine bu şekilde başlamak pek yakışık almayacak. Hem ben o tarihte böyle düşünmüş de olamam. Kadınlar üzerindeki stajı iki-üç komşu kızını aşmayan toy bir delikanlıya otuz beş yaşının objektif görüşlerini mal etmeye kalkmak, olsa olsa İstanbul'un fethinde paraşütçü kıtaların rolünü araştırmak kabilinden bir anakronizm örneği olur. 


Hikayeye nerden gireceğimi hala kestiremiyorum. Galiba yine en iyisi her şeyi başından alıp kronolojik sırayı takip etmek olacak.

Efendim, biz o sabah üç arkadaş Auguste Comte'tan bahsediyorduk. Bu kadın yalınayak önümüzden geçti. Dikkat buyurulsun: Vaka, üniversitenin avlusunda geçiyor. Kadın-erkek, genç-ihtiyar yaz kursları için gelmiş yüzlerce talebenin ortasında bir genç kadın iskarpinlerini, çoraplarını fırlatmış, yalınayak, bale kızları gibi, parmaklarının ucuna basa basa, güneşten kızmış taşların üzerinde su şıpırtısını andıran tatlı bir ses çıkara çıkara,dans eder gibi önümüzden geçiyor. Tabii derhal teşhisi koyduk:
"Ya deli ya Amerikalı!"
Fakat 0, etrafına metelik bile vermedi. Oyuk tabanlarını ve kırmızı topuklarını göstere göstere gitti, yemyeşil İngiliz çimi döşelitarhların üzerine oturuverdi.

Bizim henüz o tarihte ne Henry'den haberimiz vardı, ne de onunla tutuştukları acayip bahisten... Pansiyon komşum Lothar;
''Kendine baktırmak için güzel usul doğrusu'' dedi. Gözünü kadının kar beyazı bacaklarından alamayan Moissenet ise;
''Voila une femme, une vraie femelle'' diye kötü kötü soludu.

Ben kadının suratına bakakalmıştım. Tuhaf şey, çok tuhaf... Ben bu delişmen gözleri, bu havaya kalkık çilli burnu, bu alaycı ifade ile kapanan buram buram ihtiraslı dudakları nerde görmüş olabilirim?

Genç kadın bacaklarını teklifsizce serin çimlerin üzerine uzatıp arkadaşlarına seslendi:
''Hello boys, come on:'
Ve Amerikalı oldukları her hallerinden belli, iki kızla üç delikanlı, avluyu geçip ortadaki çimlere çömeliverdiler.
Artık ondan sonra Auguste Comte'u kim takar! Sade bizim değil, avluyu dolduran bütün talebelerin de, eminim ki o gün için bütün konuşma konusunu bu kadın teşkil etti.

O günden sonra artık her hareketini takibe başladık. Neydi,nenin nesiydi, hangi millettendi, içinden çıkamıyorduk. Bir gün Amerikalılarla düşüp kalktığına bakarak onu Amerikalı sanıyor, bir başka gün Paris aksanı ile Fransızca konuştuğunu görerek teşhisimizde yanıldığımızı anlıyorduk. Çok mu güzeldi? Pek evet diyemeyeceğim. Ama belki de çok güzeldi. Muhakkak olan bir şey varsa, herkese benzemediği idi.

Ben o zamana kadar insan vücudundan çıkan radyoaktif şualar teorisini martaval diye dinlemiştim. Fakat bir kere onun baş döndüren rüzgarıyla sarsıldıktan sonra, bu teoriye inanmamak olamazdı. İnsan onun yanından geçerken sıcak bir radyatörün yanından geçmişe dönüyordu. Normal hararetinin 37'nin çok üstünde olduğuna kalıbımı basarım.

Zamparalığı ile meşhur dostumuz Moissenet, ''Bu kadınla tanışmak için ömrümün beş yılını vermeye hazırım'' diyor da başka bir şey demiyordu.

Onun bu kadar arzuladığı bu tanışma meğer bir gün bana, hem de ömrümün tek saniyesini feda etmeksizin, nasip olacakmış.

Bir cumartesi günü Menza'da1o oturmuş yemek yiyordum. İçeri bu girdi. Nasılsa yalnızdı. Markasını verip büfeden peynirli bir sandviç, bir de limonata aldı, geldi ta yanı başımdaki masaya oturdu. Neden kendimize bakıldığını hissedince başka şeylerle meşgul görünmek isteriz? Sanki sırasıymış gibi ben de ciddi ciddi oturmUŞ, üst pencerenin renkli camlarından giren güneş ışığının masaya vuran mavi, yeşil, mor, kırmızı akislerini seyrediyorum. Fakat
nafile... Er geç göz göze geldik. Sanki bu anı bekliyormuş gibi gülümsedi:
''You'r a Turk, arn't you?''
Lokmam boğazımda kalmıştı. Yutkundum. Yarım yamalak İngilizcemle;
''Evet'' dedim, ''nerden bildiniz?''
''Çok ekmek yiyişinizden:'

Laf. Yemeğe yeni başlamış bir adamın çok ekmek yediği nasıl anlaşılır? Şimdi düşünüyorum da, bunu yakamdaki Galatasaray rozetinden anlamış olmasını daha akla yakın buluyorum.
''Peki ama'' demişim, ''siz Türklerin çok ekmek yediğini nerden biliyorsunuz?''
İşte o zaman katıksız bir İstanbul şivesi ile, ''Ben de Türküm de ondan'' demesin mi?
Ağzım açık kalmış, çatal elimden düşmüş, yeşil salatalar pantolonuma dökülmüş... -Bunları sonradan, o günkü taklidimi yaptığı zaman öğrendim.
''İnanın doğru söylüyorum'' diye güldü. Sonra kalktı, yanıma geldi, önümdeki gazeteyi çekerek, ''İşte bakın inanmazsanız'' diye rasgele bir manşeti okumaya başladı: ''Numan Menemencioğlu'nun riyasetindeki Türk heyeti dün akşam Montrö'ye hareket etti"
''Bırakın şimdi Menemencioğlu'nu'' diye kestim. ''Siz nasıl oluyor da..:'
''Ne nasıl oluyor?''
.''Şey... Öyle ya... Affedin, ne söyleyeceğimi şaşırdım:'
Hayretimden hoşlanmış görünüyordu:
''Türküm dedim ama'' dedi. ''Mazi sigası kullanmak daha doğru olacak:'
''Şimdi değil misiniz?''
''Şimdilik Amerikalıyım:'
''Ya sonra?''
''Kimbilir, sonra da belki Çinli olurum:'
''Şakadan hoşlanıyorsunuz'' dedim.
''Vallahi şaka değil'' dedi. ''Biz İstanbul'dan çıkalı tam on iki yıloluyor:'
''Peki sebep?''
''Anlasanıza a canım, sürüldük işte:' -Bu kelimeyi öyle sevimli söylüyordu ki.-
''Yoksa'' diye kekeledim, ''yoksa siz Sultanlardan mısınız?''

Sinirli ve zoraki bir gülüşle güldü. Sonra her yeni Almanca öğrenen gibi, henüz bellediği bir tabir kullanmanın heves ve acelesiyle;
''Gott sei dank, nicht''! dedi.
''0 halde?''
''Babam mabeynde idi. Kendi isteğimizle çıktık:'
''Neyse, olan olmuş... Bu Türklükten istifa etmenize sebep teşkil etmez... Siz isteseniz..:'
''Hayır'' diye kesti. ''İstemiyorum. Bu işe basit bir tabiiyet ilmühaberi zaviyesinden bakmak doğru olmaz. Bunun çok daha derin sebepleri var. Bu daha ziyade bir bünye, bir yaradılış meselesi. Bilmem anlatabiliyor muyum ? Ben muayyen bir milletin ferdi olmak
üzere yaratılmamışım:' -Bu cümleye sonraları Gide'in bir eserinde de rastladım ya, o da başka bahis.- ''Hayır, jeune homme, hayır hayır, anlayamazsınız. Daha çok çocuksunuz çünkü...'

Ve biyografisini bir solukta anlatıverdiydi. Yok, pardon, hilafım var. Bunu, o gün değil, galiba ertesi gece, hem de bir rıhtım gazinosunda, sigarasının dumanını havaya savurarak, arada bir gözlerini nehire vurmuş titrek ışıklara daldırarak, ağır ağır, o biraz pürüzlü, biraz da kısık ama kendine çok yaraşan, samimi, yapmacıksız ve adamsendeci sesiyle anlatmıştı. Fındıklı'da bir konakta başlayıp oradan Nice'e, Cezayir'e, Paris'e, oradan da New York tarikiyle Massechusett'e kadar uzanan macera dolu bir hayat. Biri Cezayirli, biri Fransız, biri Amerikalı üç koca... Adeta bir Nilgün romanı... Verdiği tarihlere bakılırsa, yaşı otuz üç oluyordu. Yalan söylediğini zannetmem. Çünkü yaşından genç gösteriyordu. Henry dediği o kazık yutmuş oğlan kaynıymış meğer. Çok meşgul bir businessman olan kocası, sevgili karısını olimpiyatlara kendi getiremediğinden bu işe kardeşini memur etmiş. Onlar da Almanya'ya gelen her Amerikalı gibi bir kere Heidelberg'e uğramadan edememişler. Lisan kursunu filan pek alıp sattığı yokmuş. O e'Şsiz açıksözlülüğü ile; ''Maksat görmek'' diyordu. ''Görmüş olmak ve bahsi geçince bu hususta anlatacak birkaç sözü bulunabilmek."

Ertesi gün şehri gezmek ıçin buluştuğumuzda Henry de beraberdi. Henry bütün Amerikalılar gibi çocuksu ve sentimental bir oğlan... Boynunda bir Leica, elinde bir Heidelberg rehberi, şehrin bütün tarihi anıtlarını metodik bir sıra dahilinde görmek istiyordu. O sabah Königstuhl, Heiliggeistkirche, Jesuitenkirche, falan filan ziyaret edildi. Ve bu çeşit turistik ziyaretlerde adet olduğu gibi,yemek de Zum Ritter'de yenildi. Bir ara nasıl oldu bilmem, mabeyincinin kızı damdan düşer gibi;

''Bilmezsiniz ne kadar sevdi sizi içim'' dedi. ''Bana birini, çok sevdiğim birini, erkek kardeşimi hatırlatıyorsunuz. Sizin yanınızda iken kendimi onunla berabermişim sanıyorum. Adeta bana abla demeyişinize şaşacağım geliyor. N'olur bana 'abla' desenize.'

Hoppala, men çi guyem, tanburem çi guyet...
''Tam yedi senedir görmedim onu'' diye içini çekti. ''0 bizden daha vatansever çıktıydı. Ankara Lisesi'nde okuyor... Adı da sizinkine benzer zaten. Zavallı Halukçuğum.'
''Bırakın şimdi Haluk Bey'i'' dedim. ''İnanır mısınız, ben de sizi ilk gördüğüm günden beri birisine benzetiyorum ama kime benzettiğimi bir türlü çıkaramıyorum."
''Sahi mi?'' diye doğruldu. 'Allah aşkınıza söyleyin. Kime benziyorum?''
''Daha ilk gününden beri sizi çoktandır tanıyormuşum hissine kapıldım. Avluda yalınayak dolaştığınız günden beri."
''Anladım'' dedi. ''Türk olduğum içindir. İnsan kendi milletinden birini böyle yüzlerce yabancı içinde, bazen bakışından, yürüyüşünden, ne bileyim ben, adeta havasından anlayıverir işte... Bir nevi intuition..:'
''Hayır'' dedim. ''Sade bu değil. Sizi muayyen bir kimseye benzetmek istiyorum. Sanki evvelce çok görmüşüm, görüşmüşüz gibi bir his..:'
''Tuhaf'' dedi. ''Cidden tuhaf. Yoksa ilk dünyaya geldiğimizde tanışmış olmayalım? Sahi siz ikinci gelişe inanır mısınız?''
Henry, konuşmamızdan bir şey anlamadığı için yavan yavan esniyor ve alenen burnunu karıştırıyordu.
Nihayet dayanamadı:
.''Hello boys, çıksak artık'' dedi. ''Manheime, National Theatrea gitmeyecek mi idik?''

Ablamı ertesi günü üniversitede yine o mahut Amerikalı grubu ile buldum. Sırtında, kendi tabiriyle şık ve sarı bir jaket... Yarabbim kime benziyor bu kadın? Bir ara onların arasından koptu geldi.
''Bonjour Haluk'' dedi. ''Bakın size Haluk diyorum artık. Siz de bana..:'
''Abla diyeceğim... Peki olur ablacığım'' dedim. ''Biz iki hasretzedeyiz zaten. Vatan ve kardeş hasretini birbirimizde gideriyoruz.Hangi derse gireceksiniz?''
"Derse filan gireceğim yok'' dedi. ''Henry tutturmuş Neckargemgündt'de bir Yunan meyhanesi mi varmış ne?''
O sırada ders zili çalmıştı.
''Var'' dedim. ''Fakat gün kıtlığına kıran mı girdi? Gelin benlen beraber, sizi çok enteresan bir derse sokacağım.'
Ve ablamı adeta zorla sanat tarihi anfisine soktum. Karanlık salonda yer alır almaz;
''Şu Henry denen herifi başınızdan savamaz mısınız?'' diye yalvardım. Birden irkildi. Karanlıkta olmamıza rağmen, gözlerini iri iri açıp yüzüme baktığını hissediyordum.
''Çocuk, çocuk'' dedi. ''Çocuk diyorum da inanmıyorsun."
Ve buna rağmen ders boyunca elini çocuğun elinden kaçırmadı.
Elektrikler yanınca yüzüne baktım. Bir elektrik de sanki benim zihnimde yanmıştı. Elimde olmadan;
''Buldum'' diye mırıldanmışım. Evet, tamam. Ta kendisi. Evde temiz mendillerimi koyduğum eski bir şekerleme kutusu vardı.
İşte bu kadın, tıpı tıpına onun kapağındaki resme benziyordu.
''Neyi buldunuz, kuzum? Merak ettim:'
''Neyi mi?'' diye yutkundum. ''Sizi... beni... yaşamakta olduğumuzu... hayatın güzel olduğunu... kuşların güzel öttüklerini... çiçeklerin..'
''Yalan'' dedi. ''Yalan olduğunu derhal anladım işte. Neden mi?
Gözlerinizden. Siz başka şey düşünüp başka şey söylemeyi henüz beceremiyorsunuz. Neyi buldunuz? Ölümü öpün söylemezseniz."

Çaresiz söyledim. Güldü. Kahkahalarla güldü. Başını geri atıp gerdanını olanca beyazlığı ile göstererek sarsıla sarsıla güldü.
''Ay çok hoş vallahi'' diyordu. ''Çok çok hoş. Nerde bu şekerleme kutusu kuzum ?''
''Pansiyonda. İçinde temiz mendillerim vardı."
''Derhal göreceğim onu'' dedi. ''Hemen şimdi."

Sınıftan çıktık. Henry'ye görünmemek için arka kapıdan sıvışıp tramvaya atladık. Pansiyona geldik. Eve asla kadın ziyaretçi sokmayan Frau Keller bizi merdivende çatık kaşla karşıladı. Güç hal ile dert anlattık. Kapı açık kalmak şartıyla yarım saatlik bir misafirliğe lütfen rıza gösterdi. Yukarı çıktık. Kutuyu çıkardım. Balrengi gözlerini açarak dikkatle baktı baktı. Sonra aynanın karşısına gidip kendine baktı. ''Hayret'' diyordu. ''Cidden hayret. Bu kadar olur yani."

İkide bir, yüz kiloluk bir ikaz sembolü gibi dışarda dolaşıp duran, gelip gelip kapıdan içerisini gözetleyen pansiyoncu karıya boş vererek biraz daha oturduk. Aile resimlerini, İstanbul gazetelerinikarıştırdık, ayrılırken; ''Demek böyle jeune homme'' diyordu. ''Demek bilmeyerek tanışıyormuşuz:'

Ablam ertesi gün, ilk plan gereğince Berlin'e hareket etse de,iş burada tadında bitse ya... Hayır... Olacağı varmış işte... Register Mark meselesi yüzünden bankanın havaleyi on gün geciktirmesi kaderde yazılı imiş...

Bu aksilik çıkmasa idi onunla olan samimiyetimiz -ilk peşrev- ler bir yana- abla-kardeş sınırlarını asla aşmayan normal bir seyir takip etmiş olacaktı. Fakat dediğim gibi, işe şeytanın karışması mukaddermiş. Şu da var ki, bunda tesadüflerin olduğu kadar,Henry'nin de kusuru oldu. Bakınız neden: Ben o güne kadar birtakım dürüst düşüncelerle ablamı bir kere olsun otelinde ziyaret etmiş değildim. O gece sinema dönüşü şöyle bir hatırını sormak isteyişim tamamen rasgele oldu. Ben Henry'nin orada olmadığını katiyen bilmiyordum. Hatta onların birbirine geçilen odalarda yattıklarından da haberim yoktu. Nihayet aynı ailedendirler, orası bizi ilgilendirmez.

Ablam beni tiril tiril bir kimono ile karşıladı. Bütün elektrikleri söndürmüş, yalnız başucundaki abajuru açık bırakmıştı. Eşikte ,duraladığımı görünce;
''Girin içeri'' dedi. ''Henry nereye gitti biliyor musunuz? Kırk yıl düşünseniz aklınıza gelez: Vomitorium'a, evet Vomitorium'a.

Orada kusmalıymış bir kere. Ben böyle zıpır adam görmedim ömrümde."
Ablamda bir futbol maçı için hevesle soyunmuş, hazırlanmış,fakat karşı taraf sahaya çıkmayınca kurulu kalmış bir sporcu huzursuzluğu vardı.
"Gelin yanıma'' dedi.
Koltuğuna oturdu. Bacak bacak üstüne atarken dizlerinin birbirine sürtünüşünden çıkan tatlı hışırtı beni bir kat daha sersemletti.
''Bilir misiniz bazen kendimi ne kadar yalnız hissediyorum'' dedi. ''Böyle anlarda İstanbul geliyor gözümün önüne. Fındıklı'daki konak, Çamlıca'daki köşkün bahçesi. Üvez ağaçları, taflanlar...
Dalına salıncak kurduğum ihtiyar çınar. Bütün çocukluğumun geçtiği yerler. Hele akşamları bir poyraz çıkar Karadeniz'den, kekik kokulu, serin..."

Tam o sırada yukarı yukarı kıvrık kirpiklerinin ucunda inci gibi bir yaş parlamaz mı? Ben oldum bittim ağlamaya dayanamam. ''Çok talihsiz insanım ben'' diye inliyordu. ''Çok ama çook,çook."

Öpsem mi dersin? Öpmek lazım galiba... Kardeşlik, vatandaşlık, insanlık, an, durum, dekor, her şey bunu icap ettiriyor. Tam ben böyle düşünürken üzgün gözlerini kaldırıp ıslak ıslak bana baktı. Ve işte o anda, tövbeler olsun, abla-kardeş, kızılbaşlar gibi sarmaş dolaş oluverdik.

Biraz sonra birbirimizden kopabildiğimiz zaman ikimiz de tuhaf tuhaf soluyorduk. Yurt sevgisi, kardeş şefkati ile filan pek ilişiği olmayan bir soluyuş...

İşte, o anda havsalamın almadığı bir şey oldu. Ablam birden arkasını dönüp;
"Gidin!'' diye bağırdı. ''Gidin, gidin. İstemiyorum, derhal gidin buradan. Anlıyor musunuz?''
İlkin, bunu, mise en scene icabı bir numara, bir kapris sanacak oldum. Fakat ablam şimdi yüzükoyun yatağa kapanmış, hıçkıra hıçkıra, yastıkları sinirli parmakları ile didikleye didikleye sahiden ağlıyordu. Bütün rimellerini silip götüren bir gözyaşı sağanağı içinde;
''Neden yaptınız bunu çılgın çocuk?'' diye inledi. ''Gidin buradan, hemen, derhal. Gidin diyorum size."

Ben sersem, ben budala, ben mankafa işte ancak o zaman anlayabildim ki, onun indinde, hiç, ama hiçbir vakit, ben, ben olamamışım. Ben onun gözünde sadece ve sadece kardeşiyim. Haluk'um. Haluk'u hatırlatan bir sembolden, boş bir kalıptan fazla bir şey değilim. İçimde tuhafbir eziklik duyuyordum. Bir çöküntü, bir boşluk... Koşup koşup da treni kaçırmış olanların utançla karışık o acayip öfkesi.

Derhal kapıyı vurup çıkmakla, kalıp onu yatıştırmak şıkları arasında bocalarken Henry çıkageldi. Kendini bilmeyecek kadar içmişti. Vomitorium'da boşaltamadıklarının gerisini küvette tamamladı. Sonra elbise ile gitti, ablamın yatağında sızdı. Bana da kös kös pansiyonun yolunu tutmak düştü.

Biz Türkler bu hususlarda hiç de realist olamıyoruz vesselam. Lüzumsuz bir onur duygumuz var, elimizi kolumuzu bağ1 lıyor. Halbuki ısrar edebilirdim, ısrar eder muvaffak da olabilirdim. Fakat dedim ya, serde toyluk vardı. Fırsatları kaçırmak ve kaçan fırsatların arkasından hayıflanmak o yaşların icaplarındandır.

Ablamı son hafta içinde bir kere olsun aramadım. Bu zaman içinde yeni yeni ahbaplar edindiğini, hatta Moissenet ile dahi tanışıp samimiyeti pek ileri götürdüğünü bizzat bu hergelenin ağzından öğrendim. Sözün kısası, giderayak işi o derece cıvıttı, kepazeliği o mertebe açığa döktü ki, yaptıklarından sanki sahici ablammış gibi ben utanmaya başladım. İlk zamanlar bizi beraber görüp de manalı manalı göz kırpmış olanların şimdi yüzüne bakamaz olmuştum. Hele, Türk olmadıkları, kardeşini de hatırlatmadıkları için, en fazla müsaadeye mazhar devlet muamelesi gören o itoğlu itleri elime geçirsem bir kaşık suda boğacaktım. Hani mahallenizden bir kıza, başka mahallenin oğlanları dadanır da nasıl bir horozlaşır, maraza ararsınız, öyle bir hal.

Öyle ki, Moissenet koluma girip de zorla sürüklemese, inan olsun, perona uğurlamaya bile gitmeyecektim. Geçiricileri arasında bizden başka, üniversitenin parlayan siyah saçlı İspanyolca Iektörü, hiç tanımadığımız yakışıklı bir Alman, bir de atlet yapılı Macar delikanlısı vardı.

Ablamla Henry, trenin kalkmasına iki dakika kala, koşa koşa geldiler. Henry hemen çıkıp valizleri kompartımana yerleştirdi.Ablam bir müddet peronda hayranları ile şakalaştı. Bu arada benim hala dargın ve somurtuk durduğumu görünce çenemi gıdıklayıp;
''Keep smile baby'' diye takıldı da...
Sonra kampana çaldı. Düdük öttü. Tren yavaş yavaş hareket etti.
Mabeyincinin kızı beyaz eldivenli elini, eşi ancak filmlerde görülen zarif bir hareketle sallayarak pencereden;"Adieu und vergisst mich nicht'' diye sesleniyordu.
''Of course not'' diye Moissenet hepimiz namına teminat verdi.

Elin gavurlarına olanca cömertliği gösterdiği halde, hasretzede bir vatandaşını böyle boynu bükük bırakan ve görünüşe göre de bundan sadik bir zevk alan bu Messalina ruhlu kadını unutmama hiç imkan mı vardı? Kaldı ki mendil kutusunun kapağındaki resim onu her gün bana hatırlatıyordu.

Fakat asıl Moissenet'ye öyle silinmez bir hatıra bıraktı ki, oğlan onu aylar boyu bir gün olsun dilinden düşürmedi.

Malumu-aliniz, o tarihte penisilin de henüz keşfolunmamıştı.

(Haldun Taner'in "Ablam" adlı hikayesidir.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder